28 Aralık 2012 Cuma

Şairler İçin Kolay Yazım Hocası



1.

* Her noktalama işaretinden sonra kesinlikle bir boşluk [  ] vardır.
* Her noktalama işaretinden önce kesinlikle bir boşluk [  ] yoktur.
* Yazının içinde bold kesinlikle kullanılmaz. Bundan kaçının. Boldseverler için iki öneri:
1) Yazıda vurgulanmak istenen yerler bold yapılmaz; vurgulanmak istenen ifade ya çift tırnağa alınır [“ ”] veya elzem durumlarda italik yapılır.
2) Sevdiğiniz şairden alıntı yaparken onun ismini bold yazmanız onu daha çok önemsediğiniz anlamına gelmez.
* Yazı içinde bir şiir alıntısı yaparken, bu alıntıyı çift tırnak [“ ”] içinde göstermeniz yeterlidir. Şiiri veya dizeleri tırnak içine aldıktan sonra bir de italik, bold ya da italik ve bold yapmanıza gerek yok. Biliyorum, güzel görünüyor diyeceksiniz; ama hayır, güzel görünmüyor.
* Bütün dergi, gazete ve eser (kitap, film, resim, müzik albümü vs.) adları italik yazılır.
* Eğer şüphelendiğiniz, emin olmadığınız (ah, elbette biliyorum çok nadiren olur bu size) bir bilgi varsa, mutlaka yazım kılavuzuna (benim önerim Dil Derneği’ninki) veya bir sözlüğe; hadi o da olmadı Google’a bir sorun bakalım…


2.

* Cümleye virgül koyulacak yerde alt satıra atmanız şiir yazdığınız anlamına gelmez.
* Velhasıl birtakım ifadeleri ve cümlecikleri alt alta getirmek de şiir yazdığınız anlamına gelmez.
* Şiirin ne olduğunu anlayamazsınız. Ama ne olmadığını az çok anlayabilirsiniz ve bu az şey de değildir.
* Şiirin ne olmadığından yola çıkarak ulaşacağız demek ki şiire. Olmayanları eleye eleye, saf bir biçimde o olan şey kalacak elimizde. Ama şu önemli: Elemeyi neyle yapıyoruz ve nasıl bir eleme yapıyoruz. Olmayan(lar)ı elemek…
* “Şiir Nedir ve Nasıl Yazılır?” Google’ın arama satırına yazılmış bir cümledir ve sahibinin cehaletini ömür boyu yüzümüze çarpacaktır.


Yavuz Türk, 2011
Hurda Sanat, S. 4, Ekim 2011

Tüy





“Dinle, şimdi sadede geliyorum.”
Dostoyevski, Karamazov Kardeşler

            Sizin yerinizde olsam, unutmamak için bazı şeyleri oturup yazardım. Çünkü daha söylendiği anda uçuşabiliyor kimi cümleler. Hiçbir zaman kullanmayacağımız lüzumsuz bilgiyle yer değiştirebiliyor hayati önemdeki bilgilerimiz. Aklımıza gelen şey, çok gerekli bir anda hatırlamaya çalıştığımız bir telefon numarası yerine, çocukken dinlediğimiz o saçma sapan şarkının sözleri olabilir. Zihin ya da bellek, nizami bir bilgi denizi değil. İstiflenen, kategorilendirilen bir şeyler yok orda. Her şey rastgele, dağınık ve kaotik.
            Unutmaya ihtiyacımız var oysa. Aklımızda bir tüy gibi uçuşan bilgi kırıntıları; eğer onları not etmezsek bir yerlere, sabah uyandığımızda hayata kaldığımız yerden devam etmemiz zorlaşabilir.
            Size hatırlamaya dair, unutmamaya dair üç tane metin vereceğim. Belki ardından çekileceğim. Siz bu metinlerle kendi aklınızın derinliğinde kaybolmaya meylederken ben buralarda olmayacağım belki de. Aklınızı karıştırmak değil elbet amacım. Demek istediğim şu: Hüzünlü bir şeyler var. Hep var. Hayatımızı baştan sona dolaşan bir keder, kafamızın üstünde bir hale gibi dolaşabiliyor yıllarca.

Yukio Mişima
         Metin 1:
         Doğumum esnasında gördüklerimi hatırlayabildiğimi yıllarca iddia ettim. Bunu söylediğimde büyükler önce güler, sonra da acaba onları alaya mı alıyorum diye şaşkın şaşkın duraklayıp, şüphe, hoşnutsuzluk dolu bakışlarla bu soluk, hiç de çocuksu olmayan çocuk yüzüne bakarlardı. Bunu bazen ailemizin çok yakını olmayan konukların önünde de iddia ederdim. Ne var ki, her defasında beni aptal sanacaklarından korktuğu için olacak, sözlerim büyükannem tarafından sert bir sesle kesilir, dışarı çıkıp oynamam tembih edilirdi.
            Genellikle büyüklerin gülüşü gülümsemeye dönüşür, beni bir çeşit bilimsel açıklamayla alt etmeye çalışırlardı. Bir çocuğun mantığının kavrayabileceği açıklamalar yapmaya uğraşırlar, sonra da büyük bir hırsla laf ebeliğine girişip yeni doğmuş bir çocuğun doğum esnasında gözlerinin kapalı olduğunu, açık olsa bile bir bebeğin böyle şeyleri sonradan hatırlayacak kadar net göremeyeceğini söylerlerdi.
            “Bu böyledir işte, değil mi” diyerek hiç de ikna edemedikleri çocuğu tutup omuzlarından sarsarlardı. Bu arada çocuğun tuzağına düşeceklerini anlayıvermiş gibi düşünceli oldukları görülürdü: Henüz çocuk olduğu muhakkak, ama yine de dikkatli olmalıyız. Yumurcak muhakkak ağzımızdan “bununla” ilgili daha fazla laf almak istiyor. Ya daha çocuksu bir saflıkla şunu da sorarsa: “Ben nereden geliyorum? Nasıl doğdum?” En sonunda da dudaklarında belli belirsiz, donmuş bir gülümsemeyle hiç ses çıkarmadan bana bakar; ne olduğunu hiçbir zaman kavrayamadığım bir sebepten ötürü, duygularını çok derinden incittiğimi belli ederlerdi.
            Aslında korkuları yersizdi. Onları “bununla” ilgili sorguya çekmek için en ufak bir istek yoktu içimde. Böyle bir niyetim olsaydı bile, aklımın köşesinden geçmeyecek düzenbazca yollara saparak büyüklerin duygularını incitmekten ödüm patlardı.
            Ama bana ne anlatırlarsa anlatsınlar, benimle ne kadar alay ederlerse etsinler doğumumu hatırladığıma inanıyordum. Belki de anımın dayanağı o sırada orada bulunmuş birinden işittiklerimdi, ya da yalnızca inatçı hayal gücümün eseriydi. Ne olursa olsun, kendi gözlerimle bir şeyi bütün açıklığıyla gördüğüme inanıyordum. İçinde beni ilk defa yıkadıkları teknenin kenarıydı bu. Dümdüz tahta yüzeyi ipek pürüzsüzlüğünde ve pırıl pırıl, yepyeni bir tekneydi. İçinden baktığımda, bir ışık huzmesi kenarında bir noktaya düşüyordu. Tahta yalnız bu noktada parlıyor, altından yapılmış gibi görünüyordu. Su sanki bu noktayı yalamak istiyormuş gibi küçük küçük diller halinde oraya doğru sıçrıyor, ne var ki oraya ulaşamıyordu. Ya yansıma ya da ışık huzmesinin suya vurması yüzünden teknenin kenarındaki o noktanın altında su tatlı tatlı parıldıyor, minik minik pırıltılı dalgalar durmadan çarpışıyormuş gibi görünüyordu...[1]

            Bu satırların yazarı yaşamına kendi elleriyle son verdi. Hayatının neresinde unutmak istediği ama bir türlü beceremediği “şey” onu tam olarak rahatsız etmeye başlamıştı? Gidip gidip geri döndüğü o varoluş sancısı bir yerde patlak verdi ki başka bir çıkış yolu kalmadı yazarın. Çekip gitti bu âlemden. Bir tüy gibi hissetti kendini belki. Kendini var kılmak için yazdı yazdı, ama beceremedi bir türlü. Bir yere gelip tıkanıverdi işte. Yazmak değildi asıl meselesi onun. Sıradan, yalın bir hayat her zaman kurtarabilir müntehiri intihar etmekten.
            Doğumunu hatırladığına yemin eden o insana inanmadık biz. Ancak bir şey anlatmaya çalışıyordu bize. Ortalama zekânın, toplumsal algının kurbanı olan bir çocuğun ağzıyla uyarmaya çalışıyordu biz yarım akıllıları. Öyleyse?
            Bu satırların yazarı yaşamasa da olur.


J. D. Salinger
            Metin 2:

         Yirmi yıl kadar önce bir gece, kocaman ailemiz bir kabakulak muhasarasına uğradığı sıralarda, en küçük kızkardeşimiz Franny’yi, en büyük ağabeyim Seymour’la benim paylaştığımız, sözde mikroptan arındırılmış odaya, beşiğiyle falan taşımışlardı. Ben on beş yaşındaydım, Seymour on yedi. Gece saat iki sularında yeni oda arkadaşımızın ağlamasıyla uyandım. Bir-iki dakika, Seymour’un yatağında döndüğünü işitinceye ya da hissedinceye dek, sessiz sakin yatarak şamatayı dinledim. O günlerde, hatırladığım kadarıyla hiç ortaya çıkmayan, ama acil durumlarda lazım olur diye bir el feneri bulundururduk yataklarımızın arasındaki sehpanın üstünde. Seymour bu feneri yaktı, yataktan kalktı. “Biberon sobanın üstünde, annem söylemişti,” dedim. “Biraz önce verdim,” dedi Seymour. “Aç değil.” Karanlıkta kitaplığa gitti ve el fenerini yavaşça raflarda gezdirdi. Kalktım, yatağın içinde oturdum. “N’apacaksın?” diye sordum. “Ona belki bir şeyler okurum, diye düşündüm,” dedi Seymour ve bir kitap çekti. “Daha on aylık, Tanrı aşkına!” dedim. Seymour, “Biliyorum,” dedi. “Onların da kulakları var. İşitebilirler.”

            O gece, el feneri ışığında, Seymour Franny’ye en sevdiği masallardan birini, bir Tao masalını okudu. Franny, Seymour’un bu masalı kendisine okuyuşunu hatırladığına hep yemin etti.[2]

         Bu satırların kahramanı yaşamına kendi elleriyle son verdi.
            Hatırlamaya dair, bu zamana kadar böylesine çarpıcı bir parça daha okuduğumu hatırlamıyorum. Büyük münzevi Salinger, yedi dâhi kardeşin hikâyesini yavaş yavaş anlatırken, belli ki iki büyük dünya savaşı yaşamanın sancısıyla bizi de rahatsız etmeye yemin etmiş gibiydi. İşte bu yüzden Salinger, intihar etmemek için çekilmiştir köşesine, bu yüzden altmış yıldır kimseyi görmeden, bu dünyanın pisliğine bulaşmadan köşesinde yaşamayı sürdürmüştür. O, intihar etmeyecek kadar mütevazıydı. Biliyordu, intiharı sonrasında adının etrafında oluşacak ün halesinin lüzumsuz, boktan adamların da ağzına dolaşacağını. Ya da intihar etmeye gücü yetmedi de, köşesine çekilerek “yaşamak”ta buldu, içinde kaybolduğu varoluş sancısının çaresini. Holden Caulfield’ı bir kenara koyun, asıl Seymour’un çaresizliği içindeydi o. “Muzbalığı İçin Mükemmel Bir Gün” adlı öyküsünde kurguladığı intiharı yaşamak istiyordu aslında: O küçük kız çocuğuyla sahilde havadan sudan konuşan ve sonra otel odasına dönüp, sanki tırnaklarını keser gibi basit bir iş yaparmışçasına çantasından silahı çıkarıp kafasına kurşun sıkan Salinger mıydı yoksa?
            İki numaralı kardeş Buddy, ağabeyi Seymour’la yaşadığı o unutulmaz sahneyi anlattıktan sonra, Seymour’un kızkardeşi Franny’ye okuduğu o masalı alıntılıyor (masal, bir seyisin hikâyesini anlatıyor) ve ardından şöyle diyor: “Buraya bu masalı almamın nedeni, yalnızca annelere, babalara ya da on aylık bebeklerin ağabeylerine yatıştırıcı bir düzyazı metin salık vermek için ayrıca özen göstermek değil, asıl neden çok daha başka. Burada anlatacaklarım, 1942 yılında bir düğün gününde olup bitenler. Bu, bence, başı ve sonu olan, kendine özgü bir öyküdür ve ölümlülük vardır içinde. Duruma vâkıf olduğuma göre, sanırım burada hemen belirtmem gerekiyor: Damat bugün, yani 1955’te artık yaşamıyor. 1948’de canına kıydı, Florida’da karısıyla tatildeyken… Benim aslında söylemek istediğim ise, şüphesiz şu: Damadın bu sahneden bir daha geri dönmemek üzere ayrılışından beri, onun yerine at seçmeye gideceğim başka biri gelmiyor aklıma.”

            Canınız yanmıyorsa eğer, niye anlatıyorum ki bütün bunları.


            Metin 3:

        
YANLIŞ MESEL

“Mezardan bir seda”*

Bir zaman da böyle geçsin, pusula
durmadan dönüp dursun: Şimdi
neredeyim? Yüksek Düş’ün içinde,
sarsıntı, soğuk ter, gırtlağımda
bir güz mührü, neredeyim ki azalıyorum
gecede, yükseliyor simsiyah kanım.

Bir zaman da böyle geçti, pusula
durmadan döndü ve durmadan durdu:
Şimdi buradayım: kâğıtla kalem
arasında titrek, kararsız, bir sınır
varsa beni benden ayıracak, tam da
kanın mürekkebe dönüp kuruduğu
yerdeyim.

– Beşir Fuad, yanlış kardeşim benim.

* 5 Şubat 1887: “Ameliyatımı icra ettim, hiçbir ağrı duymadım. Kan aktıkça biraz sızlıyor. Kanım akarken baldızım aşağıya indi. Yazı yazıyorum, kapıyı kapadım, diyerek geri savdım. Bereket versin içeri girmedi. Bundan daha tatlı bir ölüm tasavvur edemiyorum. Kan aksın diye hiddetle kolumu kaldırdım. Baygınlık gelmeye başladı.”
1979[3]


Enis Batur

Unutmayın; biz ölünce, tırnaklarımız bir süre daha uzamaya devam edecek.











Yavuz Türk, 2010
Özgür Edebiyat, S. 29, 
Ağustos 2011



[1] Yukio Mişima, Bir Maskenin İtirafları, çev. Zeyyat Selimoğlu (İstanbul: Can Yayınları, 2010), s. 9-10.
[2] J. D. Salinger, Yükseltin Tavan Kirişini Ustalar ve Seymour Bir Giriş, çev. Sevin Okyay – Coşkun Yerli, (İstanbul: YKY, 2000), s. 11.
[3] Enis Batur, Papirüs, Mürekkep, Tüy - Seçme Şiirler 1973-2002 (İstanbul: YKY, 2002).

6 Haziran 2012 Çarşamba

Bugün Şiir Okunmuyorsa İnsanların Başka Bir Şeye İhtiyacı Var Demektir


- Twitter kullanıyor musunuz? Twitter’da kimleri, neleri okuyorsunuz? Neler yazıyorsunuz?

Twitter hesabı almıştım bir zamanlar, fakat ne işe yaradığını tam olarak çözemedim. Dolayısıyla şimdi öylece duruyor. Twitter’ın bu kadar yaygınlaşmasının sebebi sanırım yatay demokrasi denilen olgu veya her insanın her daim kendini biricik ve önemli görmesi durumu. Çünkü ordan her an arzuhalini dile getiriyor ve insanlar da bir şekilde bunu görüyor. Görmeseler dahi, birilerinin kazara da olsa okuma ihtimalinin olduğunu hep biliyor. Andy Warhol bir zamanlar televizyon için, “Bir gün herkes on beş dakikalığına da olsa meşhur olacak” diye meşhur bir laf etmişti. Artık bu sözün bir adım ötesine geçtik gibi geliyor bana: Şimdi internet ve sosyal paylaşım siteleriyle birlikte, yalnızca on beş dakika değil bundan böyle ölene kadar, insanlar meşhur olma/önemsenme/takip edilme hastalığının içinde boğuşup duruyorlar. Önemsiz ve saçma sapan hayatlarına, “bugün çok sıkıldım”, “akşam şurdayım/burdayım” gibi Twitter ve Facebook iletileriyle anlam kazandırmaya çalışıyorlar.

- Kitapların seslendirildiği, kısa filmler çekildiği ve tüm bunların cep telefonu teknolojisinde dinlenebilir, izlenebilir bir altyapıda olması yüzyıllık alışkanlığın devrildiğinin işareti. Bu noktada geçen yıl ilk kez okura sunulan ve bu yıl dergisi de dolaşımda olan e-kitap hakkında ne düşünüyorsunuz?

E-kitap, internet gibi hayatımızın pek çok alanına dahil olmaya aday bir sistem. Ben kendi adıma e-kitaba çok olumlu yaklaşıyorum ve birçok açıdan da faydasını göreceğimizi öngörebiliyorum. Ancak bu kadar devrimci bir değişime yol açabileceğini düşünemiyorum. Bu anlamıyla e-kitabın, en azından bir süre daha, okuma alışkanlıklarımızda bir değişikliğe yol açabileceğini sanmıyorum.

- Gelinen teknoloji ve gelişen sektörün olanakları içinden baktığınızda matbu yayıncılığın ömrünü tamamladığı düşünüyor musunuz?

Yayın sektöründe e-kitapla alakalı haddinden fazla bir beklenti (veya tersinden düşünürsek korku) oluşmaya başladı sanırım. Kimileri işi, matbu kitabın tamamen ortadan kalkacağı, onun yerini e-kitabın dolduracağı fantezisine kadar götürdü. E- kitap bize araştırma yaparken, bir kitabın içinden alıntı yapacakken veya kitabın içinden bir kavramı ararken yardımcı olacaktır. Bunu dışında, herkesin elinde Kindle’larla, iPad’lerle dolaşarak sıtmaya tutulmuş gibi kitap okuyacağını ya da kitap okuma alışkanlığının böyle bir imkân sayesinde yaygınlaşacağını tasavvur edemiyorum maalesef. Sonuçta, bilgisayar dediğimiz alet görselliği ve büyüsüyle bir kitaptan daha fazla eğlence vaat eder ilk bakışta ve bunca eğlence alternatifi iyi bir kitap okuru dışında çok fazla kişiyi de cezbetmez sanırım.

- E-kitabın okuma alışkanlığı üzerinde herhangi bir değişime yol açacağını düşünüyor musunuz? Dünyada e-kitap satışlarının % 90’lara dayandığı noktada ülkemizde e-kitap kendi okurunu yaratır mı?

Sıkı bir okurun, kütüphanesini tümüyle kitaplardan temizleyip, kalan boşluğa çeşitli büyüklüklerde harici hard diskler dizeceğini düşünemiyorum bir türlü. Çünkü bir okur gözünde kitap nesnesinin de bir meta olarak değeri vardır, onunla geçirdiği bir zaman vardır: Onu satın mı aldı, hediye mi edildi, yazarınca imzalandı mı, okurken sayfalarını mı çizdi… Ki bazı okurlarda kitaba karşı bir fetiş geliştiğini de biliyoruz.

E-kitabın, benim öngörüme göre matbu kitabın yerini alamayacak oluşunun en önemli nedenlerinden biri de okuma alışkanlığı. Hepimiz saatlerce bir kitabı kâğıt üzerinden, sayfalardan okuyabiliriz, ancak aynı şeyi bir bilgisayar ekranı ya da bir tablet karşısında yapamayız. Ekrandan kaynaklanan ışık, her zaman gözümüzü rahatsız edecektir. Bilgisayar ekranında kitap okumayı hepimiz denemişizdir; genellikle bir saat bile geçmeden gözlerimiz rahatsız olmaya başlar. E-reader’lar da bu mantıkla tasarlanıyor artık: Gözü yormamak için ekran görüntüsünü kitap sayfasına benzetmeye çalışıyorlar.
Dünyada e-kitap satışlarında sizin söylediğiniz oranda bir değişim varsa eğer, bu sözkonusu e-kitabın matbu kitaptan neredeyse 10-15 kat daha ucuza satılıyor oluşundan kaynaklanıyordur. Bizim gibi klasik telif meselesini bile tümüyle çözememiş ülkelerde bu düzeyde ne kitap satışı yapılabilir ne de bu derece e-kitaba ilgi olabilir. Biz halihazırda korsan kitap meselesini bile yeterince çözememişken ve dahası; müzik, film, yazılım, oyun gibi dijital formattaki ürünlerin son derece özgür bir şekilde sanal ortamdan edinilebildiği ve bu konuda yeterince yasal düzenlemenin yapılamadığı bir ortamda sizin e-kitabı yaygınlaştırmanız bir hayal gibi görünüyor. Çünkü yayınevleri en başta şunu biliyorlar: Çıkardıkları e-kitap her halükârda dolaşıma girecektir ve internetten indirilen verilerin telif sorunu çözülmedi sürece çoğu kişi bu kitabı edinmek için bir ücret ödemeyecek, bunun yerine internette yapacağı küçük bir araştırmayla kitabı edinebilecektir. Bunun önüne geçebilecek yöntemlerden biri, e-kitabın fiyatının epey aşağılara çekilmesi olabilir öncelikle. Dahası, kitaptan ve e-kitaptan alınan KDV oranı hâlâ çok yüksek düzeyde.


- E-kitap, e-dergi ve elektronik ormanın sunduğu blog yazarlarının ardından geleneksel anlamda yazar tanımının değiştiğini dünyanın tanınmış büyük yayınevlerinden birinin ilanla bedeli karşılığı yazarın kitabını e-kitap olarak dolaşıma sunacağını duyurmasıyla da görüyoruz. Görsel algı, okuma, yaşama biçiminin yani dijitalleşmenin metnin görsel ya da işitsel araçlar üzerinden 'okunmasıyla' salt metin olmaktan çıktığı bir yerde bu durumun şiirimize nasıl yansıyacağını düşünüyorsunuz?

Benim tuhafıma giden, görmenin bu kadar teknolojiye hâkim olduğu bir çağda yazının ilginç bir şekilde önem kazanması. Yazı, bugünün görsel teknolojisi içinde düşündüğümüzde geri plana itilmesi gereken bir şeyken, tam tersine haddinden fazla yaşamımızın içinde… Az biraz bilgisayar kullanan herkes, klavyeyle belli bir hızda yazma yeteneğine sahip artık. Ancak buradaki yazı tümüyle işlevsel bir şey. İnsanlar anlık duygularını ve düşüncelerini karşısındakine en hızlı şekilde yine yazıyla aktarabiliyor. Yani metin dediğimiz olgu, kalıcılığını bu anlamda yitirmiş oldu. Yazı, muhatabınca okunduğu anda işlevini tamamlamış ve bir çöpe dönüşmüş oluyor. Ama yazının bu derece kalıcılığı ve uçuculuğu yazının ne kadar büyülü bir şey olduğunu bir kez daha ortaya koymuş oluyor. En önemlisi, dijital iletişimde yazının bir zaman sonra evrileceği nokta. Sanırım yazı, yavaş yavaş bir piktogram algısına doğru seyrediyor. En basit örneğiyle söylersek, alın işte size gülme piktogramı :)

- Bugün şiir kitabı yayımlayan yayınevi bir elin parmaklarıyla sayılacak kadar azdır. Gitgide çok az sayıda basılan, dağıtılan şiir için e-kitap bir imkân olarak değerlendirilebilir mi? E-kitabın esere ulaşım kolaylığının ve şair/yazara telif olarak olumlu bir dönüşümünün olacağını düşünüyor musunuz?

Bugün şiir okunmuyorsa insanların başka bir şeye ihtiyacı var demektir. Kafa kafaya verip, şiiri biz buradan nasıl kurtarabiliriz, diye çırpınmaya gerek yok. Şiiri kutsallaştırmaya da gerek yok. Hepimizin şiir yazmaktan veya okumaktan daha önemli işleri var. E-kitabın mevcut durumu değiştireceğini sanmam. Bir avantajı belki şu olacaktır –ki şimdilerde bizde de yapılmaya başlandı: Sadece bir bilgisayar ve bir yazılım yardımıyla, insanlar şiirlerini rahatça e-kitap haline getirebilirler. Böylece, bir kitabın yapılmasında emeği olan yayıncı, editör, tashihçi, dağıtımcı ve kitapçı gibi unsurlar devreden çıkacak; insanlar şiirlerini kendi blogları ve çeşitli internet ağları aracılığıyla istedikleri yerlere ulaştırabileceklerdir. Tabii bu şekilde yapılan işin baştansavma ve büyük oranda niteliksiz olacağını da belirtmekte fayda var. Çünkü bir kitap editör denetiminde geçmediği, en azından bir tashihçinin gözüyle okunmadığı müddetçe sakat bir kitap olarak kalacaktır. Ama derdimiz “bizim” yazdığımız şiirleri bir şekilde insanlara ulaştırmaksa; zaten yazdığımız dile özenmemize de yazdığımız dilin kurallarını bilmemize de çok gerek yok. Velhasıl, internetten yapılan her türlü yayın, maalesef dilin o demin de bahsettiğim temsil ve işlev noktasındaki dar alanda sıkışıp kalıyor. İnternet dili yalnızca bir araç olarak kullandığı için, orada dolaşımda olan her türlü metin de ister istemez bir özensizlik illüzyonu yaratıyor ilk başta. Galiba ortalığın biraz durulmasını bekleyeceğiz. Çünkü bütün bunlar, bizim için çok çok yeni şeyler.

- İnternet bazı çevrelerce, ilk başlarda underground bir alan olarak tanımlandı ve sahiplenildi. Fotokopi ile başlayan fanzin kültürü ve anarşist atmosferli edebiyatı bugün gelinen teknolojik gelişmeler ve internetin sunduğu özgürlük alanı açısından değerlendirir misiniz?

İnternetin sunduğu özgürlük alanının hepimizin başını döndürdüğü çok belli. Sosyal medyanın bunca gelişmesinin en önemli katkısı ise, evet, demokrasinin daha doğrudan bir hale gelmesidir. Hepimiz, çeşitli siteler ve platformlar aracılığıyla her konuda çok hızlı bir şekilde yorum yapabilme kabiliyetine sahibiz. Bir taraftan da bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olabilen bunca insanı görünce, saf bilginin ya da asıl edinilmesi gereken bilginin üzerinde hep bir dedikodu ve gevezelikler bulutu olduğunu da rahatlıkla görebiliyoruz. İşin bokunu çıkarmakta epey usta olduğumuzu söyleyebilirim. Velhasıl ortalığın bir miktar durulmasını bekleyeceğiz.


Edebiyatta Üç Nokta
Yaz 2012



Romantik Geometri


2011...

Geçtiğimiz yıl, bir önceki yıla kıyasla şiir açısından sanırım biraz daha verimsiz geçti. En azından benim görebildiğim kadarıyla. 2011’de dişe dokunur bir gelişme de olmadı Türkçe şiirle alakalı. Yıl boyunca daha çok düzyazı metinler okumaya gayret ettiğim halde kimi şairlerin kitaplarını okumaya çaba gösterdim. Ahmet Güntan tarafından yayıma hazırlanan Mustafa Irgat kitabı (Sonu Zor) bence önemliydi. Bunun dışında İzzet Yasar (Başka Akıl Peşinde), Enis Akın (Dağdaki Emirler), Haydar Ergülen (Aşk Şiirleri Antolojisi), Hüseyin Peker (Benden Sana Yamalı), Abdulkadir Budak (Mesafe), Tozan Alkan (Sana Şehir Gelecek), Mehmet Davut Özdal (Mehmet Molla), Tamer Sağır (Kırçıl), Bilal Çiftçi (Horst-Graben), Nilüfer Altunkaya (Sanki Sonsuz), dikkatimi çeken kitaplar oldu.


Nobel Edebiyat Ödülü

Sezai Karakoç
Nobel Edebiyat Ödülü’nün Tranströmer’e verilmesinden çok sanırım bir şaire verilmesi ilgilendiriyor olmalı bizi? Ama hayır, bu ödül eğer dünyada şiiri daha kalıcı ve bizim açımızdan daha verimli hale getirecekse ben Batılı şairlere verilmesinden çok Doğulu yazarlara bu ödülün verilmesinden yanayım. Çünkü Doğu coğrafyasından çıkan bir “yazar” bizim şiir algımız üzerine de muhakkak bir şey söylemiş olacaktır. Nobel’in şairlere daha seyrek verilmesinin bir sebebi de Batı’da yazılan şiirin daha dingin ve bizde olduğundan daha az devingen ve belki de bir miktar ruhsuzluğundan kaynaklanıyor olabilir.

Bizden, Sezai Karakoç’a verilse bu ödül ve Sezai Karakoç da ödülü reddetse muhteşem olurdu. Ödülün verilme gerekçesi de şu olabilirdi mesela: “Uzun süredir kendini suskunluğa mahkûm ederek günümüz Türkçe şiirinin kepazeliklerine bulaşmadığı için”…


Edebiyatın Siyasete Katkısı

Yazar ve şairlerin bugün siyasetten görece daha uzak oluşu bence konjonktürle ve dünyadaki ya da Türkiye’deki politikleşmeyle alakalı bir durum. Bugün hal böyledir, ancak yarın tam tersine dönebilir. Sanırım dönem dönem –yalnızca şairlerin ve yazarların değil– insanların siyaset algısı değişiyor; nasıl ki bir zamanlar, şiirde ya da edebi metinlerde siyasi söylemleri olabildiğince vurgulamak ve onları ön plana çıkarmak olmazsa olmaz bir durumken, son yıllarda metni salt bir metin olarak ortaya koyma eğilimi daha revaçta. Ben, siyasetin ya da siyasi aktivizmin bir edebi metin üzerinden değil de daha çok edebiyatçının yapıp ettikleri ve verdiği demeçleri üzerinden yürümesi taraftarıyım. İlle de politik bir edebi metin yazılacaksa, bunun kör gözüne parmağım biçiminde değil, sezdirilerek yapılması daha şık görünüyor bana. Eğer mesele, edebiyatçıların doğrudan aktif siyasette yer alması/almaması ise, açıkçası edebiyat görgüsünün siyasete veya siyaset diline ahım şahım bir etkisi olacağını düşünmüyorum. En fazla siyasetçinin retoriğine bir miktar katkı yapar, o kadar. Çünkü önce bu görgüyü derleyip toparlamak gerekiyor. Bugünkü durumda, bizim şairlerimiz zaten ortalıkta birer yarı-tanrı gibi dolanıp duruyorlar. Ve edebiyatçılar –bilhassa şuara– arasındaki o sürekli geviş getiren ve saldıran “dil” siyasetçilerin dilinden çok da farklı değil.


Elektronik Mecra

Umberto Eco, Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın adlı kitapta aşağı yukarı şöyle bir şey söylüyordu, mealen: “Bazı mükemmel icatlar vardır; onu bir kez bulduktan sonra mükemmel hale getirmeye çalışırsınız, ama bulduğunuz icat zaten mükemmel bir haldedir. Bu yüzden üzerinde en fazla biçimsel birtakım değişiklikler yapabilirsiniz; örneğin makas öyledir, ilk bulunan makasla bugün kullandığımız arasında çok az fark vardır. Bence kitap da böyle mükemmel bir icat… Kitabı daha iyi hale getiremezsiniz; en fazla biçimsel olarak üzerinde oynayabilirsiniz onun.”
Umberto Eco

Benim düşüncelerim de Eco’nun söyledikleriyle paralel. Bunu, kitaba duyduğum o romantik ve nostaljik sevgiden dolayı söylemiyorum. Elektronik ortamın, internet yayınının kitabın veya özelde şiir ortamının pabucunu dama atacağını düşünmüyorum. İkisi de ayrı paradigmalar çünkü ve bu yüzden mecraları, alıcıları, muhatapları farklı. Bugünkü kaotik internet ortamında hepsi iç içe geçmiş gibi görünüyor ve dijital dünyanın büyüsü içinde ister istemez bir illüzyon oluşabiliyor. Fakat kısa bir süre sonra, bu karmaşa yatıştığında taşlar yerli yerine oturacaktır. Kitap da, temas edilen, sayfaları çevrilen, okuna okuna yıpranan ve cildi dağılan bir nesne olarak hayatımızdaki yerini yüzlerce yıldır sürdürdüğü gibi sürdürecektir. Bunu, dijital dünyanın gerçekliğe yaklaşma çabasından da anlayabiliriz: E-book cihazları gün geçtikçe daha çok kitaba benzetilmeye çalışılıyor; ekran ışığı buna göre ayarlanıyor, e-mürekkep denen bir teknoloji kullanılıyor.

Yaşanan teknolojik gelişmenin elbette birçok açıdan faydaları olacaktır; özellikle araştırmacılar, öğrenciler daha kısa sürede daha çok kitabı tarama imkânı bulacaklardır bu cihazlar sayesinde. Ama bütün bunların keyif almak için okumaya ket vuracağını sanmıyorum. İnternet teknolojisinin ve dijital dünyanın gelişmesinin bir diğer faydası da edebiyat heveslisi insanlara veya yazdıklarını bir şekilde insanlarla paylaşma ihtiyacı duyan kişilere sağladığı büyük imkân... Artık insanlar şiirlerini ve yazılarını bir editör tahakkümü olmadan, en basitinden bir blog sitesi kurarak rahatlıkla yayımlayabilme imkânı kazandılar. Ancak insanların ürünlerini matbu bir materyalde görmeleri/okumaları halen büyük cazibe yaratıyor.


İktidar - Sanat

İçişleri Bakanı’nın açıklaması ciddiye alınamayacak kadar komik bir açıklama. Talihsiz bile değil. Biraz da bu tarz adamlara ve açıklamalara alıştık sanırım. Üzerine hiç kafa yormadan gülüp geçilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü, Osman Durmuş gibi muhteremlerin Sağlık Bakanı olduğu bir dönemi de yaşadık biz bu memlekette.

Bizim siyaset algımızda veya siyasetçilerimizin algısında sanat denilen mefhumun muhalif ve özellikle bağımsız olması gerektiğine dair hiçbir fikir yer almıyor. Ama, sanat ürününde karşı olmak ve alternatifler önermek neredeyse kaçınılmazdır ve bunun için arka plandan siyasi bir söyleme girişmeye de gerek yoktur çok fazla. Bu algıyı devlet, bazı tipleri kafasına göre “devlet sanatçısı” unvanı vererek ödüllendirmek suretiyle gösteriyor zaten. Devlet sanatçısı; yani resmi ideolojiyle dirsek teması sürekli olan, iktidarla iyi geçinen, bir yanını devlete yaslamış kişi anlamına gelmiyor mu? Devlet sanatçısı bir yandan da devletin ideolojik aygıtına dönüşmüş kişidir. Devletin sanatçısı mı olur?


Şiir Defteri 2012

15 Şubat 2012 Çarşamba

Hüseyin Köse - Yavuz Türk Kumaş'ının İlk Metre'si



Kumaşının diriliğine göre adam tartma işi –şimdilerde “adam gibi adamsın” zevzekliğiyle dile gelen pop samimiyet cılklığının ötesinde–, çoğunlukla kaynağı belirsiz kitlesel yakınlığa karşı geniş açılı bir yaşam sürme kaygısı ve arayışının alçak perdeden terennüm edilmiş asırlık şanındandır. Ama bir de aynı kumaşın çok seyreltik olmayan “doku”su, kalın dokulu yüzeyi var elbette, bam teline dokunma kabiliyeti… Meseleye bu zaviyeden bakıldığında, insan kendinin değil, dışının (yani diğerlerinin) doluluğu, ama her halükârda –yine de– kendinin boşluğudur. Bu boşluk asla dolmamalı; eksikliği, gereksinmesi hissedilen yeğinlik duygusu her dem yakaya musallat olmalıdır ki, majüskülle yazılan şiirin, hakiki söz’ün kesif şırası çıksın ortaya… Değil mi ki, ruhsal etkileme gücünün serencamı ancak ruhu bedene kapayarak, sözcükleri böyle bir sınırda yorarak, eşeleyerek varır henüz dile gelmemiş gizlerin otağına. Bu gizli gerçeği açık etmeye yanaşmayan her itiraf, bir topluluk gereksinmesi içinde kıvranan âdemler piyasasında “karşılıklılık” ilkesine göre değerlenir. Bu temel uzlaşı gereğincedir ki, kişiye giydirilen kumaşın yüzeyinde yalpalayan gözlerin aralıksız seğirmesine yol açan kısa süreli bir yakınlık hissi, sonunda şirazesini keskin bir renk görgüsünde bulur. Birini uzaktan da olsa kendi sesinin renginden tanımak, ona bahşedilmiş bu kumaşın abartılı hışırtısından alır gücünü. “Kumaşı sağlam biri” deriz sıklıkla sözgelimi, sözel ve davranışsal açıdan sıkı dokunmuş örgüsünün aynı güçte başka ruhlara dokunan müşfik etkisinden söz ederken…

Şair Yavuz Türk’ün ilk şiir kitabı Kumaş, kendi deyimiyle, “kumaş’ın (bu) ilk metresi”, dili ve yalnızlığı ipek sıkıntısında sınanmış umuma saklı bir itirafçının kendine karşı sergilediği sertliğin kayıtlarını düşüyor izlenimi vermekte ilk bakışta. “sevgiyle değil, sözcüğüyle büyütülen çocuk”un (s. 13) –iyi ki– ihmal edilmiş yaşamının, kendi gölgesini “durgun bir ağaca as[mış]” (s. 14) ergenliğin alttan alta biriktirilmiş hırçınlık yoklamalarının patlamalarıyla açılmakta kitap. Bu enfantil taşkınlık söyleminin bir uçtan bir uca kat ettiği sınırlar, daha ilk sayfalardan başlayarak kendini ele veren bir kesinlikle, bir yandan Doğu-Batı kültür daireleri arasında gerili bir bilinci askıdan alma çabasının prematüre bir “muştucusu” olarak resmedilirken; öte yandan –bildik bir deyimle söylersek– kendini yıkıp yeniden kurmanın sancılı zeminine kayıtlanır. “Aşağıdan Gelen Sesler” isimli şiirin, hor görülmüş bir hayatın bastırılmış dilini açığa vurduğu ne kadar doğruysa; hiç kuşkusuz, “büyüme”nin “eyvah!” ünlemine yataklık eden serzenişinin, çocukluğun yitirilmiş atlasına arka çıktığını söylemek de o kadar anlamlıdır. Hangisi olursa olsun, çalışma-merkezli (kapitalist) toplumun pazar günü cennetinin coşkusunu haftanın ilk iş gününe emanet eden hüznünün dile getirildiği bölümlerin farklı yorumlara meydan vermeyecek ölçüde aşikâre edildiği de bir vakıa olsa gerektir: “gibi bir çocuk pazartesi hüznünden dünyaya bakan” (s. 16) devrikliğini takip eden dizelerde de aynı yaşama sevincini yeniden ele geçirme isteğinin –artık– mutlak biçimde yitirilişini kesinlediği neredeyse tartışmasız gibidir. Nitekim milli örf ve değer seremonilerinin, enfantil coşkuda açılmış gedikleri tamamlayıcı gücüne duyulan inancın ancak acı alayın onarıcı gücüne başvurulmak suretiyle yıkılabileceği düşüncesiyle karşılaşıyoruz sonraki dizelerde de. Zannediyorum –dahası, güçlü bir şekilde hissediyorum– ki, Kumaş’ın şairi, bizatihi kendi kimliğinde, bu ülke insanının psikopatolojik varlığının içinde kıvrandığı karmaşanın izini sürmeyi gözeten ısrarcı bir tavırla, önemli varoluşsal mevzulardan birine; özünde, “çocukluğun yitirilişi” olarak tarif edebileceğimiz temel bir coşku yoksunluğunun yakıcı sonuçlarına odaklanıyora benzemektedir. “İyi Kötü Büyüyen Ağaçlar”, “Aşağıdan Gelen Sesler” ve daha çok da “Anne” isimli şiirlerde açık/örtük sezilmektedir bu hüküm. Çocukluğun yitirilişi, kuşkusuz, hem içinde yaşanılan tarihsel ânın bir yansıması, hem de resmi siyasal yurttaşlık söyleminin bir sonucudur: Erken duyulmuş bu üzüntünün kaynağı, ilkin erken çocukluk yıllarının, sonra sonra tüm hayatın “zorla törene çağrılan çocuklar”ın (s. 23) gözünden algılandığı, gitgide egemen kültürel uygulamaların içinde eriyip bir parçası olundukça fark edilmeksizin koşulsuzca “evet”lendiği ahlaksal bir emperatifin; Althusser’ci anlamda söylersek, insanın tıpkı “sudaki balık misali içinde yüzdüğü suyu fark etmeden yaşayıp gitmesine” benzer bir spontanelikle kabullenildiği yanlış bir idrakin zamanla meşru bir çerçeve edinerek sıradanlaştığı bir yaşamsal evrenin sonucu… Artık bu yeni eşik-altı duyum evresinde, annesinin “aklaşan saçlarının içinde tanrıyı ar[ayan]” (s. 15) çocuğun hayal gücü zenginliğinden somut izler bulabilmek de imkânsızdır. Farkındalık duygusunun yeniden yeşereceği ileriki yaşlarda edinilecek yeni bir “su görgüsü” ile birlikte açılacak olan isyan bayrağı, kişilik kumaşında yeni seslere, hışırtılı sözlere gebe olur ve olacaktır. Nitekim: “zaman da soylu karanlık da sizindir, kullanabilirsiniz” (s. 19) serzenişi, kişiyi sembolik sisteme bağlayan halatların gevşemeye başladığının açık kanıtlarından birisidir. Aynı yerde, toplama’dan sonra gelen ikinci temel hesap işlemi çıkarma’nın erdemi ve çekiciliği vurgulanacaktır. Toplu çekilmiş fotoğraflardan kendi aksinin çıkarılmasıyla oluşacak o eşsiz ve biricik boşluk, resmi kültürel sistemin aymazlıklarının içinden edinilmiş küçük bir zafer haykırışı gibidir adeta. Bu aşamada artık, denecektir ki: “hep bir makasla kesin beni fotoğraflarda” (s. 19). Bu içsel aydınlanış, büyük ve toplu büyü bozumunun bu “altın vuruş”a karşılık gelen mutluluk ânı, hakikati görebilme gücünde ve yetisinde bulur asıl karşılığını. Çok bilen bulucuysa da unutmanın yolunu bulamaz bir türlü… Aynı şekilde, yine çok bilen en dayanılmaz bilişin acısını çeker; gördüklerini görmezden gelemeyecek kadar ölümcül bir kendine dürüstlükle donatılmıştır bilinci; çünkü görmezden bilmezden gelme rahatlığının sonunda oluşacak bir dizi onur yarasının sonsuza dek kapanmayacağını bilir. Şu halde, şairin görme gücünün keskinliği, istenmeyen görüleri ve öngörüleri de içine alarak, daha başka yeni bunaltılara doğru açılan geniş kapılar, yollar aralar önünde. Bilme gücünden ödün vermek de benzeri bir açmazla nihayetlenir önünde sonunda. Görmek ve bilmek işkencesi, verili bir tanrısal yeteneğin mutlak kefareti olarak hayat boyu sırtlanılmak zorunda kalınan bir yüktür; bu idrak yükünün müellifi, bu yola bir kez baş koydu mu, şöyle demekten başka çare yoktur onun için artık: “en çok görebildiğim yerde tıkandı yol!” (s. 26). Göre/bilme’nin göre/bilene apaçık görünen yolu tıkadığı mukadder bir andır bu. Tıkanmış yollara girmek, anlağı sağır taşlarla biledikçe, geniş kapılardan girip geniş yollara düşmenin erinci, daha da daraltır tanrı vergisi bir yetinin ufuklarını… Acı duyarak görmeye devam etmek, ya da şairin deyimiyle, “su görgüsü kazan[mak]” (s. 27), gitgide yalnızca ‘akıldaki kitapların yerini değiştirmekle’ (s. 27) kalmaz, aynı zamanda onu ileride bekleyen yeni karmaşaların mottosu olur… Tinin ve bedenin, doğrunun ve yanlışın, doğanın ve kültürün sonu gelmez çelişmesinde iç içe geçen şey, şu bir tek imgenin yarattığı sarsıntıda karşılığını bulan bütün bir hayata adreslenir –kavrayışı bir tek sözcüğe sığdıran şu dizelerde olduğu gibi tıpkı: “günaydın, derim/ bütün bir yılın özeti gibisiniz” (s. 23). Ay altı âlemle hesaplaşmanın da bir sınırı vardır elbet. Eleştirel bakışın nişangâhında, silinip giden “dünyevi hazlar bahçesi”nin ötesine geçilir burada.

Acı alay ve humor, Tanrı’yla didişmeye yönelen yeni bir dilde mayalanır. Yeryüzü aptallığının ortaya çıkardığı yanlış sağlama, bir de tanrısal evrenin sınır boylarında sınanır. Humorun Tanrı’ya doğrudan seslenme biçiminin egemen formu kılınması, dahası bunun bilinçli bir tercihle benimsenmesi, zekâca birbiriyle boy ölçüşme onuruna sahip iki eşit gücün Olympos arenalarını mesken tutar kendine. Çünkü bilinir; tanrılar bilek güreşinden değil, söz düellosundan yanadırlar oldum olası. Bu bakımdan; “gidiyorum tanrım, başka şiirde görüşmek üzre” (s. 39) ya da “tanrım, maymundan gelmedik di mi?” (s. 39) gibi ironik alıştırmalar, ringde sekerek dans eden karşılaşma öncesi bedensel ısınmaların sözel tercümesi olarak da okunabilir. Ama açıkça söylenmiş her söz, hesapsızca meydan okuyucu her güç gösterisi, şair terazisinde darası alınmamış gizli bir ağırlığı eksiltir. Bu destansı karşılaşmanın yenilgiyi aşikâr kılacak olan bedelsiz gösterisi kendi yatağı dışında akmayı seçmiş her suyun er geç ödemesi gereken bir bedelde son bulur. Çünkü olsa olsa: “tersten akan ırmaklar/ kendi çobanını eksiltir kıyıda” (s. 44). Her sapkınlık ertesi yaşanması mukadder olan bu uslandırıcı yenilenme, yazgının baş eğmez muhkemliğine karşı bu kaçınılmaz yenilgi, egemen sembolik sistemin kişioğlunun algı düzleminde yeniden pekişmesine yarar. Ne var ki, yaşanması gereken tekil serüvenler deneyi tüm yakıcılığıyla yaşanmış, çarpışma ölümüne bir kararlılıkla gerçekleştirilmişken, geriye, elde sadece bu ölümcül kopuşu göze alma cesaretinin onurlu avuntusu kalır. Belki de bu avuntudur şairin kumaşını hep diri tutan, denenmeden kalmış şeylerin alt edilmez azabını vahşi bir at gibi durmadan sırtından atarak hafiflemesini sağlayan… Unutmanın acısını yeni bir şeyleri hatırlatarak telafi eden söz ustalığının kavramsal kuşatıcılığının bir sınırı yoksa da, imgelemin kuşatıcılığı, er geç adına gizem denen çok kıvrımlı labirentlerin koyu ağırlığıyla mühürlüdür. Bu nedenle, şairin ipeğin sesiyle start alan yolculuğu, “içimizdeki koyu ağırlık”a denk düşen “zaman” (s. 53) sarkacının yeni muammalarıyla sürüp gider sonsuza dek. O sonsuz muamma ki, “gövdeyle var olan, gövdede var olan kireç”tir (s. 53). Çözülmesi zaman alır bu kirecin, zaman’dan alır; gövdeyi de gençliği de zamanla kendine küstüren, “her şeyi talan eden” “eksik [bir] kaygıdır” (s. 55). Başta Heidegger olmak üzere, Lacan’ın, Levinas’ın ve tüm diğer Batılı majör filozofların majüskül kaygısıdır bu özünde. Objet petit à’dır; yokluğu sürekli olarak hissedilen, ama yokluğuyla birlikte açılan yaşamsal yarığın boyutları tam olarak kestirilemeyen kozmik bir yitiktir. Arzu’dan öncesi ve ötesidir; arzuyu arzulayamaz hale gelmenin yol açtığı deruni bir endişenin kaynağıdır. Daha doğum öncesi bir dönemsel âna kayıtlanan koşulsuz mutluluk idea’sıdır bu; yaşarken ve yaşam boyu izi sürülen idrak ağrısı… Hepimizin yaşamına dokunmuş o sepya kumaş’ın şairi için zamanın karıp önümüze dağıttığı kâğıtların kulaklarımıza fısıldadığı son söz, daha başta “Mukaddime” açılışında dile gelmiş o “ilk söz”le niçin hükmünü tamamlamasın:

“vakt-i ahirden evvel meskendir içimde ecel
erkekler ağlarken çirkin olur kadınlar güzel” (s. 11).


Akatalpa,
Aralık 2011, S: 144 

Usta - Çırak İlişkisi


Şiirlerinizi yayımlamadan önce ya da sonra, usta bellediğiniz bir şaire gösterip fikrini aldığınız oldu mu/oluyor mu? Şiirimizin geleneğinde usta-çırak ilişkisi diye bir şey vardı; size göre bu durum sürüyor mu, sürmeli mi?


Genç şairin, usta-çırak ilişkisi içinde kendini geliştirebileceğine inanmıyorum. Çünkü böyle bir ilişkinin kimyası baştan sakattır, içinde hiyerarşi vardır. En iyi usta-çırak ilişkisinde bile bir tahakküm sözkonusu: ‘Buralar olmamış,’ ‘bu şiiri çöpe at,’ ‘kendi sesini bulmalısın,’ gibi klişelerle birlikte usta konumunda bulunan, o rolü üstlenen şair, genç şaire hem kendi şiir anlayışını sürekli empoze eder hem de bu yolla kendi varoluşunu yeniden yeniden kurmaya, yani bir bakıma kendini etrafa daha çok ispatlamaya çalışır. Şu da mümkün değil midir? Usta dediğimiz şair o kadar da usta olmayabilir; bizim ona ‘usta’ deyişimiz dünyada bizden fazla bulunmasından ve halen ortalama şiirler yazdığı halde mevcut edebiyat kanonu tarafından onaylanmasından kaynaklanıyor olabilir. Ben, kişisel olarak, bir ya da birden çok şairi usta belleyip, genç şairin ona sürekli şiirlerini göstermesi ve bu yolla ondan icazet almasına karşıyım. İlle de bir usta-çırak ilişkisi kurulacaksa, buna ihtiyaç varsa, ölü şairlerle ve edebiyatçılarla böyle bir ilişkinin kurulması genç şair açısından daha verimli olabilir diye düşünüyorum. Dolayısıyla ilk soruya yanıtım şu: Şiiri yazdıktan sonra kendi yaşıtım ve arkadaşım şairlere ya da -ille de şair olması gerekmez- edebiyatla içli dışlı olan dostlarıma okuturum; onlardan gelecek tepkilere göre şiiri adam etmeye çalışırım.

Türkçe şiirde, Türkçe şiir geleneğinde usta-çırak ilişkisinin olduğu aşikâr. Bugüne kadar bu konuya dair çeşitli hikâyeler de anlatılagelmiştir. Eskiden, böylesi bir ilişkinin genç şaire elbette faydası olmuştur; bunu inkâr edemeyiz. Ancak, bugün halen “şair” diyerek yücelttiğimiz ve bir paranteze alarak bütün dünyadan soyutlamaya çalıştığımız insan evladı, eskisi gibi masum ve diğerkâmca bir duyguyla yaklaşmıyor şiire ya da yazıya. Bugünkü durumda, ‘yazı’nın (veya şiirin, metnin) kendisine sürekli bir kutsallık atfetme histerisi hâkim. Hal böyle olunca, bunu üreten kişi de kendini bambaşka bir şekilde konumlandırabiliyor. Üstelik, birinin bize şair demesine gerek de yok, kendimize şair dediğimiz anda şair oluveririz. Oysa akredite olmuş birinin bunu söylemesiyle şair olmak hepimizin başını döndürüyor. ‘Şiir’i ve ‘yazı’yı kafamızdaki o kutsal yerden indirip üzerine herhangi bir şeyden bahseder gibi konuşabilmeliyiz artık. Sonuçta; bugün usta-çırak ilişkisinin sürdüğünden bahsedilebilir mi? Cevap: Geçmişte olduğu gibi zamanımızda da bu durum sürüyor. Ancak iki tarafın da karşılıklı çıkar ilişkisi paralelinde devam ediyor bu ilişki. Bir ustanın peşine takılmak; genç şair için –şiirinin düzeyi ne olursa olsun– onaylanmak, şiirinin edebiyat dergilerine daha kolay girmesi, kitap çıkarabilmek, ödül almak, şairlerle oturup kalkmak anlamlarına geliyor. Bir genç şairi peşine takmak; usta şair için –şiirinin düzeyi ne olursa olsun– daha da ustalaştığını sağa sola göstermek, kendine tilmizler yaratmak, egosunu biraz daha parlatmak anlamlarına geldiği gibi... Bu ilişkide, her iki konum da rahatsızlık verici.

Yavuz Türk

Sincan İstasyonu,
Ocak 2012, S: 53

Edebiyatta Üç Nokta Dergisi - Soruşturma



Yazın bittiği, yaşam ritminin yeniden yükseldiği, havaların ve hayatın soğuduğu bu günlerde evlere, odalara dönüldüğü yerde; genç bir şair olarak bu yazı hangi okumalarla geçirdiniz ve bu okumaların şiirlerinize nasıl bir katkı sağladığını, döne döne okuduğunuz isimler ile etkisi altında kalma endişesi yaşadığınız kitapları ve şimdilerde yazıevinizde ne ile meşgûl olduğunuzu paylaşır mısınız? Okuma biçiminizi (not alarak, altını çizerek, deftere akılda kalanları özetleyerek...) ve bu biçimin yazma halinize etkisi ile yazma biçiminizi (yolda, durakta, not defterine, mutlaka masada, notlarla...) de öğrenebilir miyiz?


Geçtiğimiz yaz, daha önceki yazlardan biraz farklı olarak şiir dışı türlerle daha fazla haşır neşir olmaya çalıştım. Şiir dışındaki metinlerle uğraşmak, farklı disiplinden okumalar yapmak şiiri geliştirmese bile sanıyorum farklı bir şiire ulaşmak açısından insanın zihnini biraz daha açık tutabiliyor. Bu yüzden avcılıktan felsefeye, ütopyadan yemek tarifine kadar çok karmaşık bir okuma yaptım. Bu okumalar arasında çeşitli cümlelerin altını çizdiğimi hatırlıyorum, ancak bunları ilerki zamanlarda kullanmak üzre -bu zamana kadar kendime söz verdiğim ve yapmaya çabaladığım halde- akıllı uslu bir yerlere yine not alamadım.

Özelde ise bu yaz üzerinde durduğum, dönüp dönüp kurcaladığım isimler şunlardı: Walter Benjamin, Stefan Zweig, Ortega y Gasset metinlerine sıkça baktığım yazarlardı. Bizimkilerden ise, Ahmet Güntan, Hulki Aktunç, Ceyhun Tuna ve önümüzdeki günlerde Yeniyazı Yayınları’ndan kitabını çıkaracağımız Muammer Karadaş... Bu son şair, yalnızca geçen yaz değil, hemen hemen iki yıldır “Bütün Zamanların Yabancısı” adlı dosyasıyla kafamı epey meşgul etti.

Kitap okurken bir çeşit uyurgezerlikle ve tümüyle metne odaklanarak okuma yaptığım için, aklımın bir köşesiyle okuduklarımdan nasıl şiir çıkarabilirim ya da okuduğum metinler şiirimi ne yönde geliştirebilir diye düşünsem de bunları somutlaştırmak anlamında sağlam adımlar atabildiğimi söyleyemem. Okuduklarımdan şiire dair bir şeyler devşirebilsem de, sık sık çeşitli zamanlarda notlar almaya çalışsam da aldığım bu notlar çok dağınık kaldı ve çoğu zaman sağda solda kaybolup gitti. İşte bu yüzden, kendimi okuma ve okuduğuyla alakalı düşünme konusunda hep disiplinsiz ve sistemsiz buluyorum.

Yazma biçimi ise genelde notlar halinde olur bende. Ama birbirinden bağımsız notlardan ziyade, bir şiir üzerine düşülmüş notlar ve parçalardır bunlar. Bende her şeyden önce şiirin teması gelir; daha ortada şiir yokken, ne yazacağıma, şiirin içinde ne anlatacağıma karar vermiş olurum. Bu da aslında elimi kolumu da epey bağlayan bir şey. Daha biçimsel olarak; masada, yürüyerek, durakta otobüs beklerken gibi mekânın ön planda olduğu bir yazma ritüelim yoktur. Az sonra şiir yazacağım, diye bir masaya oturmuşluğum yoktur. Aslında her şey kendiliğinden oluverir. Kısacası, şiirin ne olduğunu bilmediğim gibi, nasıl yazdığıma dair belli bir pratik de geliştirmiş değilim. Şiire ve yazma biçimine tersinden giderek ulaşıyorum sanırım. Nasıl ki şiirin ne olduğunu anlamak için şiirin ne olmadığını eleye eleye ulaşıyorsam oraya, yazma biçimi de biraz bu refleksle gerçekleşiyor.

Son olarak da şuna artık kani olduğumu belirtmeliyim: Bizden önceki kuşaktan/kuşaklardan bir şeyler öğrenebileceğimi düşünmekten vazgeçtim –özellikle de sağa sola saldırarak gençlere şairlik öğretmeye çalışanlardan. Artık bizden sonraki kuşaktan ve yaşı bizden daha genç olanlardan daha çok şey öğrenebileceğimin farkına vardım kendi adıma.

Yavuz Türk
Edebiyatta Üç Nokta,
Güz 2011, S: 6