“Dinle, şimdi sadede geliyorum.”
Dostoyevski, Karamazov Kardeşler
Sizin
yerinizde olsam, unutmamak için bazı şeyleri oturup yazardım. Çünkü daha
söylendiği anda uçuşabiliyor kimi cümleler. Hiçbir zaman kullanmayacağımız
lüzumsuz bilgiyle yer değiştirebiliyor hayati önemdeki bilgilerimiz. Aklımıza
gelen şey, çok gerekli bir anda hatırlamaya çalıştığımız bir telefon numarası
yerine, çocukken dinlediğimiz o saçma sapan şarkının sözleri olabilir. Zihin ya
da bellek, nizami bir bilgi denizi değil. İstiflenen, kategorilendirilen bir
şeyler yok orda. Her şey rastgele, dağınık ve kaotik.
Unutmaya
ihtiyacımız var oysa. Aklımızda bir tüy gibi uçuşan bilgi kırıntıları; eğer
onları not etmezsek bir yerlere, sabah uyandığımızda hayata kaldığımız yerden
devam etmemiz zorlaşabilir.
Size
hatırlamaya dair, unutmamaya dair üç tane metin vereceğim. Belki ardından
çekileceğim. Siz bu metinlerle kendi aklınızın derinliğinde kaybolmaya
meylederken ben buralarda olmayacağım belki de. Aklınızı karıştırmak değil
elbet amacım. Demek istediğim şu: Hüzünlü bir şeyler var. Hep var. Hayatımızı
baştan sona dolaşan bir keder, kafamızın üstünde bir hale gibi dolaşabiliyor
yıllarca.
Doğumum esnasında gördüklerimi hatırlayabildiğimi yıllarca iddia
ettim. Bunu söylediğimde büyükler önce güler, sonra da acaba onları alaya mı
alıyorum diye şaşkın şaşkın duraklayıp, şüphe, hoşnutsuzluk dolu bakışlarla bu
soluk, hiç de çocuksu olmayan çocuk yüzüne bakarlardı. Bunu bazen ailemizin çok
yakını olmayan konukların önünde de iddia ederdim. Ne var ki, her defasında
beni aptal sanacaklarından korktuğu için olacak, sözlerim büyükannem tarafından
sert bir sesle kesilir, dışarı çıkıp oynamam tembih edilirdi.
Genellikle büyüklerin gülüşü gülümsemeye dönüşür, beni
bir çeşit bilimsel açıklamayla alt etmeye çalışırlardı. Bir çocuğun mantığının
kavrayabileceği açıklamalar yapmaya uğraşırlar, sonra da büyük bir hırsla laf
ebeliğine girişip yeni doğmuş bir çocuğun doğum esnasında gözlerinin kapalı
olduğunu, açık olsa bile bir bebeğin böyle şeyleri sonradan hatırlayacak kadar
net göremeyeceğini söylerlerdi.
“Bu böyledir işte, değil mi” diyerek hiç de ikna
edemedikleri çocuğu tutup omuzlarından sarsarlardı. Bu arada çocuğun tuzağına
düşeceklerini anlayıvermiş gibi düşünceli oldukları görülürdü: Henüz çocuk
olduğu muhakkak, ama yine de dikkatli olmalıyız. Yumurcak muhakkak ağzımızdan
“bununla” ilgili daha fazla laf almak istiyor. Ya daha çocuksu bir saflıkla
şunu da sorarsa: “Ben nereden geliyorum? Nasıl doğdum?” En sonunda da
dudaklarında belli belirsiz, donmuş bir gülümsemeyle hiç ses çıkarmadan bana
bakar; ne olduğunu hiçbir zaman kavrayamadığım bir sebepten ötürü, duygularını
çok derinden incittiğimi belli ederlerdi.
Aslında korkuları yersizdi. Onları “bununla” ilgili
sorguya çekmek için en ufak bir istek yoktu içimde. Böyle bir niyetim olsaydı
bile, aklımın köşesinden geçmeyecek düzenbazca yollara saparak büyüklerin
duygularını incitmekten ödüm patlardı.
Ama bana ne anlatırlarsa anlatsınlar, benimle ne kadar
alay ederlerse etsinler doğumumu hatırladığıma inanıyordum. Belki de anımın
dayanağı o sırada orada bulunmuş birinden işittiklerimdi, ya da yalnızca inatçı
hayal gücümün eseriydi. Ne olursa olsun, kendi gözlerimle bir şeyi bütün
açıklığıyla gördüğüme inanıyordum. İçinde beni ilk defa yıkadıkları teknenin
kenarıydı bu. Dümdüz tahta yüzeyi ipek pürüzsüzlüğünde ve pırıl pırıl, yepyeni
bir tekneydi. İçinden baktığımda, bir ışık huzmesi kenarında bir noktaya
düşüyordu. Tahta yalnız bu noktada parlıyor, altından yapılmış gibi
görünüyordu. Su sanki bu noktayı yalamak istiyormuş gibi küçük küçük diller
halinde oraya doğru sıçrıyor, ne var ki oraya ulaşamıyordu. Ya yansıma ya da
ışık huzmesinin suya vurması yüzünden teknenin kenarındaki o noktanın altında
su tatlı tatlı parıldıyor, minik minik pırıltılı dalgalar durmadan
çarpışıyormuş gibi görünüyordu...[1]
Bu
satırların yazarı yaşamına kendi elleriyle son verdi. Hayatının neresinde
unutmak istediği ama bir türlü beceremediği “şey” onu tam olarak rahatsız
etmeye başlamıştı? Gidip gidip geri döndüğü o varoluş sancısı bir yerde patlak
verdi ki başka bir çıkış yolu kalmadı yazarın. Çekip gitti bu âlemden. Bir tüy
gibi hissetti kendini belki. Kendini var kılmak için yazdı yazdı, ama
beceremedi bir türlü. Bir yere gelip tıkanıverdi işte. Yazmak değildi asıl meselesi
onun. Sıradan, yalın bir hayat her zaman kurtarabilir müntehiri intihar
etmekten.
Doğumunu
hatırladığına yemin eden o insana inanmadık biz. Ancak bir şey anlatmaya
çalışıyordu bize. Ortalama zekânın, toplumsal algının kurbanı olan bir çocuğun
ağzıyla uyarmaya çalışıyordu biz yarım akıllıları. Öyleyse?
Bu
satırların yazarı yaşamasa da olur.
Yirmi yıl kadar önce bir gece,
kocaman ailemiz bir kabakulak muhasarasına uğradığı sıralarda, en küçük
kızkardeşimiz Franny’yi, en büyük ağabeyim Seymour’la benim paylaştığımız,
sözde mikroptan arındırılmış odaya, beşiğiyle falan taşımışlardı. Ben on beş
yaşındaydım, Seymour on yedi. Gece saat iki sularında yeni oda arkadaşımızın
ağlamasıyla uyandım. Bir-iki dakika, Seymour’un yatağında döndüğünü işitinceye
ya da hissedinceye dek, sessiz sakin yatarak şamatayı dinledim. O günlerde,
hatırladığım kadarıyla hiç ortaya çıkmayan, ama acil durumlarda lazım olur diye
bir el feneri bulundururduk yataklarımızın arasındaki sehpanın üstünde. Seymour
bu feneri yaktı, yataktan kalktı. “Biberon sobanın üstünde, annem
söylemişti,” dedim. “Biraz önce verdim,” dedi Seymour. “Aç değil.” Karanlıkta
kitaplığa gitti ve el fenerini yavaşça raflarda gezdirdi. Kalktım, yatağın
içinde oturdum. “N’apacaksın?” diye sordum. “Ona belki bir şeyler okurum, diye
düşündüm,” dedi Seymour ve bir kitap çekti. “Daha on aylık, Tanrı aşkına!”
dedim. Seymour, “Biliyorum,” dedi. “Onların da kulakları var. İşitebilirler.”
O gece, el feneri ışığında, Seymour Franny’ye en sevdiği masallardan birini, bir Tao masalını okudu. Franny, Seymour’un bu masalı kendisine okuyuşunu hatırladığına hep yemin etti.[2]
O gece, el feneri ışığında, Seymour Franny’ye en sevdiği masallardan birini, bir Tao masalını okudu. Franny, Seymour’un bu masalı kendisine okuyuşunu hatırladığına hep yemin etti.[2]
Bu
satırların kahramanı yaşamına kendi elleriyle son verdi.
Hatırlamaya
dair, bu zamana kadar böylesine çarpıcı bir parça daha okuduğumu
hatırlamıyorum. Büyük münzevi Salinger, yedi dâhi kardeşin hikâyesini yavaş
yavaş anlatırken, belli ki iki büyük dünya savaşı yaşamanın sancısıyla bizi de
rahatsız etmeye yemin etmiş gibiydi. İşte bu yüzden Salinger, intihar etmemek
için çekilmiştir köşesine, bu yüzden altmış yıldır kimseyi görmeden, bu
dünyanın pisliğine bulaşmadan köşesinde yaşamayı sürdürmüştür. O, intihar
etmeyecek kadar mütevazıydı. Biliyordu, intiharı sonrasında adının etrafında
oluşacak ün halesinin lüzumsuz, boktan adamların da ağzına dolaşacağını. Ya da
intihar etmeye gücü yetmedi de, köşesine çekilerek “yaşamak”ta buldu, içinde
kaybolduğu varoluş sancısının çaresini. Holden Caulfield’ı bir kenara koyun, asıl
Seymour’un çaresizliği içindeydi o. “Muzbalığı İçin Mükemmel Bir Gün” adlı
öyküsünde kurguladığı intiharı yaşamak istiyordu aslında: O küçük kız çocuğuyla
sahilde havadan sudan konuşan ve sonra otel odasına dönüp, sanki tırnaklarını
keser gibi basit bir iş yaparmışçasına çantasından silahı çıkarıp kafasına kurşun
sıkan Salinger mıydı yoksa?
İki
numaralı kardeş Buddy, ağabeyi Seymour’la yaşadığı o unutulmaz sahneyi
anlattıktan sonra, Seymour’un kızkardeşi Franny’ye okuduğu o masalı alıntılıyor
(masal, bir seyisin hikâyesini anlatıyor) ve ardından şöyle diyor: “Buraya bu
masalı almamın nedeni, yalnızca annelere, babalara ya da on aylık bebeklerin
ağabeylerine yatıştırıcı bir düzyazı metin salık vermek için ayrıca özen
göstermek değil, asıl neden çok daha başka. Burada anlatacaklarım, 1942 yılında
bir düğün gününde olup bitenler. Bu, bence, başı ve sonu olan, kendine özgü bir
öyküdür ve ölümlülük vardır içinde. Duruma vâkıf olduğuma göre, sanırım burada
hemen belirtmem gerekiyor: Damat bugün, yani 1955’te artık yaşamıyor. 1948’de
canına kıydı, Florida’da karısıyla tatildeyken… Benim aslında söylemek
istediğim ise, şüphesiz şu: Damadın bu sahneden bir daha geri dönmemek üzere
ayrılışından beri, onun yerine at seçmeye gideceğim başka biri gelmiyor
aklıma.”
Canınız
yanmıyorsa eğer, niye anlatıyorum ki bütün bunları.
Metin 3:
YANLIŞ MESEL
“Mezardan bir seda”*
Bir zaman da böyle geçsin, pusula
durmadan dönüp dursun: Şimdi
neredeyim? Yüksek Düş’ün içinde,
sarsıntı, soğuk ter, gırtlağımda
bir güz mührü, neredeyim ki
azalıyorum
gecede, yükseliyor simsiyah kanım.
Bir zaman da böyle geçti, pusula
durmadan döndü ve durmadan durdu:
Şimdi buradayım: kâğıtla kalem
arasında titrek, kararsız, bir sınır
varsa beni benden ayıracak, tam da
kanın mürekkebe dönüp kuruduğu
yerdeyim.
– Beşir Fuad, yanlış kardeşim benim.
* 5 Şubat 1887: “Ameliyatımı icra
ettim, hiçbir ağrı duymadım. Kan aktıkça biraz sızlıyor. Kanım akarken baldızım
aşağıya indi. Yazı yazıyorum, kapıyı kapadım, diyerek geri savdım. Bereket
versin içeri girmedi. Bundan daha tatlı bir ölüm tasavvur edemiyorum. Kan aksın
diye hiddetle kolumu kaldırdım. Baygınlık gelmeye başladı.”
1979[3]
Unutmayın; biz ölünce, tırnaklarımız bir süre daha uzamaya
devam edecek.
Yavuz Türk, 2010
Özgür Edebiyat, S. 29,
Ağustos 2011
Ağustos 2011
[1] Yukio Mişima, Bir Maskenin
İtirafları, çev.
Zeyyat Selimoğlu (İstanbul: Can Yayınları, 2010), s. 9-10.
[2] J. D. Salinger, Yükseltin Tavan Kirişini Ustalar ve Seymour Bir Giriş, çev. Sevin
Okyay – Coşkun Yerli, (İstanbul: YKY, 2000), s. 11.
[3] Enis Batur, Papirüs, Mürekkep, Tüy - Seçme Şiirler 1973-2002 (İstanbul: YKY,
2002).
1 yorum:
metin 2'yi kopyalayan bir tek kişi değilmiş. kopyalamakla kalmayıp çerçeveleyen hatta.
Yorum Gönder