Kumaşının
diriliğine göre adam tartma işi –şimdilerde “adam gibi adamsın” zevzekliğiyle
dile gelen pop samimiyet cılklığının ötesinde–, çoğunlukla kaynağı belirsiz kitlesel
yakınlığa karşı geniş açılı bir yaşam sürme kaygısı ve arayışının alçak
perdeden terennüm edilmiş asırlık şanındandır. Ama bir de aynı kumaşın çok
seyreltik olmayan “doku”su, kalın dokulu yüzeyi var elbette, bam teline dokunma
kabiliyeti… Meseleye bu zaviyeden bakıldığında, insan kendinin değil, dışının (yani diğerlerinin) doluluğu,
ama her halükârda –yine de– kendinin boşluğudur. Bu boşluk asla dolmamalı;
eksikliği, gereksinmesi hissedilen yeğinlik duygusu her dem yakaya musallat
olmalıdır ki, majüskülle yazılan şiirin, hakiki söz’ün kesif şırası çıksın
ortaya… Değil mi ki, ruhsal etkileme gücünün serencamı ancak ruhu bedene
kapayarak, sözcükleri böyle bir sınırda yorarak, eşeleyerek varır henüz dile
gelmemiş gizlerin otağına. Bu gizli gerçeği açık etmeye yanaşmayan her itiraf,
bir topluluk gereksinmesi içinde kıvranan âdemler piyasasında “karşılıklılık”
ilkesine göre değerlenir. Bu temel uzlaşı gereğincedir ki, kişiye giydirilen
kumaşın yüzeyinde yalpalayan gözlerin aralıksız seğirmesine yol açan kısa
süreli bir yakınlık hissi, sonunda şirazesini keskin bir renk görgüsünde bulur.
Birini uzaktan da olsa kendi sesinin renginden tanımak, ona bahşedilmiş bu kumaşın
abartılı hışırtısından alır gücünü. “Kumaşı sağlam biri” deriz sıklıkla
sözgelimi, sözel ve davranışsal açıdan sıkı dokunmuş örgüsünün aynı güçte başka
ruhlara dokunan müşfik etkisinden söz ederken…
Şair Yavuz
Türk’ün ilk şiir kitabı Kumaş, kendi
deyimiyle, “kumaş’ın (bu) ilk metresi”, dili ve yalnızlığı ipek sıkıntısında
sınanmış umuma saklı bir itirafçının kendine karşı sergilediği sertliğin kayıtlarını
düşüyor izlenimi vermekte ilk bakışta. “sevgiyle değil, sözcüğüyle büyütülen
çocuk”un (s. 13) –iyi ki– ihmal edilmiş yaşamının, kendi gölgesini “durgun bir
ağaca as[mış]” (s. 14) ergenliğin alttan alta biriktirilmiş hırçınlık
yoklamalarının patlamalarıyla açılmakta kitap. Bu enfantil taşkınlık söyleminin bir uçtan bir uca kat ettiği sınırlar,
daha ilk sayfalardan başlayarak kendini ele veren bir kesinlikle, bir yandan
Doğu-Batı kültür daireleri arasında gerili bir bilinci askıdan alma çabasının prematüre
bir “muştucusu” olarak resmedilirken; öte yandan –bildik bir deyimle söylersek–
kendini yıkıp yeniden kurmanın sancılı zeminine kayıtlanır. “Aşağıdan Gelen
Sesler” isimli şiirin, hor görülmüş bir hayatın bastırılmış dilini açığa
vurduğu ne kadar doğruysa; hiç kuşkusuz, “büyüme”nin “eyvah!” ünlemine yataklık
eden serzenişinin, çocukluğun yitirilmiş atlasına arka çıktığını söylemek de o
kadar anlamlıdır. Hangisi olursa olsun, çalışma-merkezli (kapitalist) toplumun pazar
günü cennetinin coşkusunu haftanın ilk iş gününe emanet eden hüznünün dile
getirildiği bölümlerin farklı yorumlara meydan vermeyecek ölçüde aşikâre edildiği
de bir vakıa olsa gerektir: “gibi bir çocuk pazartesi hüznünden dünyaya bakan”
(s. 16) devrikliğini takip eden dizelerde de aynı yaşama sevincini yeniden ele
geçirme isteğinin –artık– mutlak biçimde yitirilişini kesinlediği neredeyse tartışmasız
gibidir. Nitekim milli örf ve değer seremonilerinin, enfantil coşkuda açılmış gedikleri tamamlayıcı gücüne duyulan inancın
ancak acı alayın onarıcı gücüne başvurulmak suretiyle yıkılabileceği
düşüncesiyle karşılaşıyoruz sonraki dizelerde de. Zannediyorum –dahası, güçlü
bir şekilde hissediyorum– ki, Kumaş’ın
şairi, bizatihi kendi kimliğinde, bu ülke insanının psikopatolojik varlığının içinde
kıvrandığı karmaşanın izini sürmeyi gözeten ısrarcı bir tavırla, önemli
varoluşsal mevzulardan birine; özünde, “çocukluğun yitirilişi” olarak tarif
edebileceğimiz temel bir coşku yoksunluğunun yakıcı sonuçlarına odaklanıyora
benzemektedir. “İyi Kötü Büyüyen Ağaçlar”, “Aşağıdan Gelen Sesler” ve daha çok
da “Anne” isimli şiirlerde açık/örtük sezilmektedir bu hüküm. Çocukluğun
yitirilişi, kuşkusuz, hem içinde yaşanılan tarihsel ânın bir yansıması, hem de resmi
siyasal yurttaşlık söyleminin bir sonucudur: Erken duyulmuş bu üzüntünün
kaynağı, ilkin erken çocukluk yıllarının, sonra sonra tüm hayatın “zorla törene
çağrılan çocuklar”ın (s. 23) gözünden algılandığı, gitgide egemen kültürel
uygulamaların içinde eriyip bir parçası olundukça fark edilmeksizin koşulsuzca “evet”lendiği
ahlaksal bir emperatifin; Althusser’ci anlamda söylersek, insanın tıpkı “sudaki
balık misali içinde yüzdüğü suyu fark etmeden yaşayıp gitmesine” benzer bir
spontanelikle kabullenildiği yanlış bir idrakin zamanla meşru bir çerçeve edinerek
sıradanlaştığı bir yaşamsal evrenin sonucu… Artık bu yeni eşik-altı duyum
evresinde, annesinin “aklaşan saçlarının içinde tanrıyı ar[ayan]” (s. 15)
çocuğun hayal gücü zenginliğinden somut izler bulabilmek de imkânsızdır. Farkındalık
duygusunun yeniden yeşereceği ileriki yaşlarda edinilecek yeni bir “su görgüsü”
ile birlikte açılacak olan isyan bayrağı, kişilik kumaşında yeni seslere,
hışırtılı sözlere gebe olur ve olacaktır. Nitekim: “zaman da soylu karanlık da
sizindir, kullanabilirsiniz” (s. 19) serzenişi, kişiyi sembolik sisteme
bağlayan halatların gevşemeye başladığının açık kanıtlarından birisidir. Aynı
yerde, toplama’dan sonra gelen ikinci temel hesap işlemi çıkarma’nın erdemi ve
çekiciliği vurgulanacaktır. Toplu çekilmiş fotoğraflardan kendi aksinin çıkarılmasıyla
oluşacak o eşsiz ve biricik boşluk, resmi kültürel sistemin aymazlıklarının
içinden edinilmiş küçük bir zafer haykırışı gibidir adeta. Bu aşamada artık,
denecektir ki: “hep bir makasla kesin beni fotoğraflarda” (s. 19). Bu içsel
aydınlanış, büyük ve toplu büyü bozumunun bu “altın vuruş”a karşılık gelen
mutluluk ânı, hakikati görebilme gücünde ve yetisinde bulur asıl karşılığını.
Çok bilen bulucuysa da unutmanın yolunu bulamaz bir türlü… Aynı şekilde, yine
çok bilen en dayanılmaz bilişin acısını çeker; gördüklerini görmezden
gelemeyecek kadar ölümcül bir kendine dürüstlükle donatılmıştır bilinci; çünkü görmezden
bilmezden gelme rahatlığının sonunda oluşacak bir dizi onur yarasının sonsuza
dek kapanmayacağını bilir. Şu halde, şairin görme
gücünün keskinliği, istenmeyen görüleri ve öngörüleri de içine alarak, daha
başka yeni bunaltılara doğru açılan geniş kapılar, yollar aralar önünde. Bilme
gücünden ödün vermek de benzeri bir açmazla nihayetlenir önünde sonunda. Görmek
ve bilmek işkencesi, verili bir tanrısal yeteneğin mutlak kefareti olarak hayat
boyu sırtlanılmak zorunda kalınan bir yüktür; bu idrak yükünün müellifi, bu
yola bir kez baş koydu mu, şöyle demekten başka çare yoktur onun için artık: “en
çok görebildiğim yerde tıkandı yol!” (s. 26). Göre/bilme’nin göre/bilene apaçık
görünen yolu tıkadığı mukadder bir andır bu. Tıkanmış yollara girmek, anlağı
sağır taşlarla biledikçe, geniş kapılardan girip geniş yollara düşmenin erinci,
daha da daraltır tanrı vergisi bir yetinin ufuklarını… Acı duyarak görmeye
devam etmek, ya da şairin deyimiyle, “su görgüsü kazan[mak]” (s. 27), gitgide
yalnızca ‘akıldaki kitapların yerini değiştirmekle’ (s. 27) kalmaz, aynı
zamanda onu ileride bekleyen yeni karmaşaların mottosu olur… Tinin ve bedenin,
doğrunun ve yanlışın, doğanın ve kültürün sonu gelmez çelişmesinde iç içe geçen
şey, şu bir tek imgenin yarattığı sarsıntıda karşılığını bulan bütün bir hayata
adreslenir –kavrayışı bir tek sözcüğe sığdıran şu dizelerde olduğu gibi tıpkı:
“günaydın, derim/ bütün bir yılın özeti gibisiniz” (s. 23). Ay altı âlemle
hesaplaşmanın da bir sınırı vardır elbet. Eleştirel bakışın nişangâhında,
silinip giden “dünyevi hazlar bahçesi”nin ötesine geçilir burada.
Acı alay ve humor,
Tanrı’yla didişmeye yönelen yeni bir dilde mayalanır. Yeryüzü aptallığının ortaya
çıkardığı yanlış sağlama, bir de tanrısal evrenin sınır boylarında sınanır.
Humorun Tanrı’ya doğrudan seslenme biçiminin egemen formu kılınması, dahası
bunun bilinçli bir tercihle benimsenmesi, zekâca birbiriyle boy ölçüşme onuruna
sahip iki eşit gücün Olympos arenalarını mesken tutar kendine. Çünkü bilinir; tanrılar
bilek güreşinden değil, söz düellosundan yanadırlar oldum olası. Bu bakımdan; “gidiyorum
tanrım, başka şiirde görüşmek üzre” (s. 39) ya da “tanrım, maymundan gelmedik
di mi?” (s. 39) gibi ironik alıştırmalar, ringde sekerek dans eden karşılaşma
öncesi bedensel ısınmaların sözel tercümesi olarak da okunabilir. Ama açıkça
söylenmiş her söz, hesapsızca meydan okuyucu her güç gösterisi, şair terazisinde
darası alınmamış gizli bir ağırlığı eksiltir. Bu destansı karşılaşmanın
yenilgiyi aşikâr kılacak olan bedelsiz gösterisi kendi yatağı dışında akmayı
seçmiş her suyun er geç ödemesi gereken bir bedelde son bulur. Çünkü olsa olsa:
“tersten akan ırmaklar/ kendi çobanını eksiltir kıyıda” (s. 44). Her sapkınlık
ertesi yaşanması mukadder olan bu uslandırıcı yenilenme, yazgının baş eğmez
muhkemliğine karşı bu kaçınılmaz yenilgi, egemen sembolik sistemin kişioğlunun algı
düzleminde yeniden pekişmesine yarar. Ne var ki, yaşanması gereken tekil
serüvenler deneyi tüm yakıcılığıyla yaşanmış, çarpışma ölümüne bir kararlılıkla
gerçekleştirilmişken, geriye, elde sadece bu ölümcül kopuşu göze alma cesaretinin
onurlu avuntusu kalır. Belki de bu avuntudur şairin kumaşını hep diri tutan, denenmeden
kalmış şeylerin alt edilmez azabını vahşi bir at gibi durmadan sırtından atarak
hafiflemesini sağlayan… Unutmanın acısını yeni bir şeyleri hatırlatarak telafi
eden söz ustalığının kavramsal kuşatıcılığının bir sınırı yoksa da, imgelemin kuşatıcılığı,
er geç adına gizem denen çok kıvrımlı labirentlerin koyu ağırlığıyla
mühürlüdür. Bu nedenle, şairin ipeğin sesiyle start alan yolculuğu, “içimizdeki
koyu ağırlık”a denk düşen “zaman” (s. 53) sarkacının yeni muammalarıyla sürüp
gider sonsuza dek. O sonsuz muamma ki, “gövdeyle var olan, gövdede var olan
kireç”tir (s. 53). Çözülmesi zaman alır bu kirecin, zaman’dan alır; gövdeyi de gençliği
de zamanla kendine küstüren, “her şeyi talan eden” “eksik [bir] kaygıdır” (s. 55).
Başta Heidegger olmak üzere, Lacan’ın, Levinas’ın ve tüm diğer Batılı majör
filozofların majüskül kaygısıdır bu özünde. Objet
petit à’dır; yokluğu sürekli olarak hissedilen, ama yokluğuyla birlikte
açılan yaşamsal yarığın boyutları tam olarak kestirilemeyen kozmik bir yitiktir.
Arzu’dan öncesi ve ötesidir; arzuyu arzulayamaz hale gelmenin yol açtığı deruni
bir endişenin kaynağıdır. Daha doğum öncesi bir dönemsel âna kayıtlanan
koşulsuz mutluluk idea’sıdır bu; yaşarken ve yaşam boyu izi sürülen idrak
ağrısı… Hepimizin yaşamına dokunmuş o sepya kumaş’ın şairi için zamanın karıp
önümüze dağıttığı kâğıtların kulaklarımıza fısıldadığı son söz, daha başta
“Mukaddime” açılışında dile gelmiş o “ilk söz”le niçin hükmünü tamamlamasın:
“vakt-i ahirden
evvel meskendir içimde ecel
erkekler
ağlarken çirkin olur kadınlar güzel” (s. 11).
Akatalpa,
Aralık 2011, S: 144