18 Aralık 2010 Cumartesi

17 Aralık 2010 Cuma

Ali Kozan - "Kumaş"

I- Kumaş’ın Künyesi

1982 doğumlu Yavuz Türk’ün ağustos 2010 tarihli, Kumaş isimli ilk kitabı, Yeniyazı Yayınları arasından çıkmış. Kitap editörü olarak Erkan Irmak gözüküyor. Düşülen şerhten 2002-2010 yılları arasında yazıldığını anladığımız 27 şiir , 64 sayfalık kitapta, “Kumaş”, “Kent ve Doğu” isimli iki bölüm halinde okuyucuya sunuluyor. Kapak tasarımı Yeniyazı Yayınları tarafından yapılmış ise de, kapakta kullanılan desen/resim ile ilgili bir bilgilendirme notu konulmamış.
                               
Hemen belirteyim ki elime aldığım bu kitapla ilgili burada yazdıklarım, iyi bir şiir okurunun bir kitaba yaklaşımının ipuçlarını içermektedir. Buradan hareketle, şiir okuru olarak yukarıda bahsi geçen künye içeriğine göz atmanın yanında, kitabın görünümünü ve baskı kalitesini de gözden geçirmeyi severim. Belli bir yazar aramıyorsak, kitabı raftan, diğer kitaplar arasından göz gezdirerek seçer; elimize alıp dokunur, elimize ve gözümüze verdiği ilk hissiyat ile kitabın içeriğine döneriz. Ancak bu ilk hissiyatı nedense önemsenmez.Halbuki bu ilk hissiyatın payı büyüktür, o kitaba veya içinde geçen bir dizeye bağlanmamızda. Ne yazık ki, yayınevlerinin çoğu şiir kitaplarını piyasaya sürerken görünüme ve baskı kalitesine önem vermediklerinden, kalitesiz, baskı hataları dolu şiir kitapları; sırf basılıyor olmalarına şükrediyor olmamızdan dolayı, raflarda kaybolup gidiyorlar.

Kumaş’a gelirsek, kitap siyah zemin ağırlıklı, çok kullanılan, albenisi fazla olmayan, sade bir tasarıma sahip bir kapakla sunulmuş. Kullanılan kâğıt kalitesi piyasa ortalamasını tuttursa da, biraz ince olması dolayısıyla sayfa arkası ön yüze yansıyor. Kullanılan yazı formatı gözü yormuyor, şiirin akıcılığını bozmuyor.Okuyucunun tespit edebileceği bir yazım/dizgi hatasının olmaması da kitap ve Yeniyazı Yayınları için bir artı puan. Zira şairin emeğine saygısızlık olarak gördüğüm dizgi hatalarını bu kitapta görmemek sevindirdi beni. Kısaca Yeniyazı Yayınları, kullanılan malzeme kalitesi açısından ortalama, baskıya gösterilen özen yönünden ortalamanın üstünde bir iş çıkarmış.Yayınevlerinin şiir kitabı basmaktaki isteksizlikleri düşünüldüğünde, Türkiye koşullarında, şiirin çok daha iyi tasarlanmış kapaklar, kaliteli kâğıt ve özenli baskı ile sunulması şimdilik bir hayal olarak görünüyor. Öne sürülen maliyet ve şiir kitaplarının satmadığı gibi mazeretler ise, iyi şiiri, iyi basılmış kitapta okumak isteyen şiir okurunu ilgilendirmiyor. Şiir kitaplarının basıldığına şükrediyor olmak ne acı!

II- Kumaş’ın Örgüsü

Yavuz Türk’ün, Kumaş’ı bir ilk kitapta görmeye çok da alışık olmadığımız şekilde, özenle ördüğü, kitabın isminden, bölümlenmesinden ve şiir isimlerinden rahatlıkla anlaşılıyor. Bu çıkarımdan hareketle, Türk’ün işçiliği sevdiğini söylemek pek de yanlış olmaz. Şair Kumaş’ın oluşumunda kısa dizelerden oluşan, görece olarak, kısa şiirleri tercih etmiş. Ayrıca biçem olarak da, şairin çok fazla arayışlara girmeden sade, klasik bir yapıyı kolladığını, lirik ve destansı karışımdan oluşan söyleyişi tercih ettiğini görüyoruz. Bu tavrın Yavuz Türk’ün şiirinin kolay okunan ve çoğu zaman akıcılığını koruyabilen bir şiir olmasında katkısı büyük. Hemen belirtmek gerekir ki, kitapta yer alan “Eski Şiir” (s. 52) çok sayıda kullanılan dipnot ile, “Picasso, 1918” (s. 32) ise özel isim ve göndermelerle boğulduğundan kitabın genel tavrına ters, akıcılığını kaybetmiş, okunması zor şiirler olmuş.

Şiirin dili genel olarak sade, güncel sözcüklerden oluşuyor; sözcük dağarcığı açısından, rahatsız edecek şekilde tekrara düşülmüyor. Şiirin yumuşak yapısını parçalayan, “piç, irin, ustura, sövgü, kan, ağrı, bıçak, deşmek” gibi sert anlamlar çağrıştıran kelimeler bile, şiirin genel yumuşaklığı içinde sertliğinden ödün veriyor. Ödün diyorum çünkü, Yavuz Türk’ün şiiri, yumuşak yüzün altına sertliği gizleyen bir şiir. Aslına bakarsınız, “Piç Terzi”de (s. 12), (“kendini deşip deşip irin içen işte ben”, “boyna sürülen bıçağı ince ince bileyen”) olduğu gibi, Türk’ün şiiri, yumuşamaya uğramadan sert durduğu yerlerde kendini daha iyi ve daha çağrışımlı ifade edebilen bir şiir.

Hoş bir his bırakarak elden kayıp giden kumaşlar gibi akıcı ve okuyucuyu saran şiirler, kitabın iki bölümüne de serpiştirilmiş. İlk bölümün, ikinci bölüme göre daha akıcı olmasında uyaklardan daha çok yararlanılmasının, şiirlerin bölümlenmemesinin,dizeler arası geçişlerde verilen duygunun kırılmamasının ve şiire girişlerin iyi yapılmasının katkısı büyük. Girişten bahsetmişken, okur olarak şiiri girişlerden yakaladığımdan, belki de daha doğrusu, şiire girişlerden yakalandığımdan giriş dizelerinin okuyucuyu saracak duyguyu elektrik çarpması gibi birden aktarmasını severim. Yavuz Türk, “önce şuramı sar, düşük yaptığım yerdir ora” (s. 14), “kendimi paranteze alıyorum/ küsmesin diye çocuklar” (s. 20), benzeri, çalışmadan çok ilham ürünü gibi gözüken girişlerle, yer yer bahsettiğim aktarımı yaparak okuyucuyu cezbetmeyi başarıyor.


III- Kumaş’ın Ruhu

Kitabın tamamını göz önünde tuttuğumuzda, Kumaş’ın ruhunu; kırılganlık, öfke ve yabancılaşmanın şekillendirdiğini görüyoruz. “Ben” merkezli özne, bu ruhu genellemelere gitmeden sunuyor. Kitabın ilk bölümü ‘Kumaş’ta, öfkesini gizlemeyen, hatta “çok gecikmiş öfkem” (s. 31) diyerek yer yer, gecikmiş olmanın telaşıyla, şiirin nabzını yükselten bir ruh hâkim. Şiirler bu öfkenin altında, kırılganlıkları ile, cebinde kırık misket elinde ustura bileklerini kesen, kendini piç ve kambur bir terzi olarak gören öznenin yaşadığı yabancılaşmanın ve varolmanın sıkıntısının olduğunu okuyucunun gözüne sokmadan, sezgiyle iletiyor. Özellikle ilk bölümde ama kitabın genelinde varoluşçuluk göndermeleri ile, yalın kelimeler ve vurgulu söyleyiş yakalanmaya çalışılmış, ancak varoluş meseleleri derinlemesine felsefi bir irdelemenin sonucu olmaktan çok, yoğun bir duygu hali olarak aktarılmış. Duygu yoğunluğu, “ağrı geziniyor bilmediğin yerinde gövdenin” (s. 48), “eksikliğim alnımda yazı/ çocukları uyardım, ben yenik/ yaylada bir gül kokusu” ( s. 26) gibi yer yer çağrışımlı/vurucu dizelerle aktarılarak okuyucunun boğulması da önlenmiş. Ancak özneden hareketle çevreye yayılan bu duygu yoğunluğunun, çoğu zaman bir derinliği, başkalığı veya bir meseleyi işaret ederek okuyucuyu sürüklememesi şiirin ve şairin söylediğinin ötesine geçmeye çalışan okuyucuyu üzüyor.

Kitabın “Kent ve Doğu” isimli ikinci bölümünde şair, kendi durduğu yeri ve yaşadığı mekânı imliyor. Aslında ilk bölümde, “anne, elimi tut, tut elimi bu neyin muştusudur/ batıya değil doğuya, daha da doğuya yürüyorum” (s. 15) dizeleriyle şair, bir yandan doğu trenine bindiğini açıklarken, öte yandan kitabın iki bölümü arasında ve gelenekle bağlantı kuruyor. Bu bölümde doğunun kumaşını betimleyen, “asl”, “suret”, “ayna”, “çöl”, “simya”, “bilgelik”, “nargile” gibi kelimeler şairin durakları olurken, doğu–batı denklemi ve bu denklem çerçevesindeki ötekileştirmeler şiirlerin genel teması haline dönüşüyor. Türk, Doğu’nun gizlerini keşfeden/sergileyen, derinliği içinde gezinen bir şair edası ile değil, bizzat göbeğini Doğu’ya bağlayan, yönünü daha da doğuya çeviren, Batı ile Doğu arasında gidip gelen, içerden konuşmaya çalışan bir şair olarak gözüküyor. İlk bölümden farklı olarak şair, bu bölümde Doğu’yu üzerinde durulması gereken bir mesele olarak ortaya koyarken, “Şiiri doğuran Doğu’dur, sancıdır.” (s. 52) diyerek şiirinin durduğu ya da durması gerektiği yeri de belirtiyor. Ancak okuyucuya meselenin aslından çok, Doğulu bir mahcubiyetle öfkesini bastıran, içinde yar ve yara olan bir sızıyla/kırılganlıkla doğuya, çöle doğru hüzünle yol alan; aynı zamanda umudunu Haliç’in dibinden yükselecek ışığa bağlayan suret yansıyor.


IV- Elbise

Yavuz Türk, Kumaş’ta “ne varsa aslında samimiyettedir” (s. 47) dizesine uygun samimi şiirler ve duruşla karşımıza çıkıyor. Kullandığı yalın dil ve sözü yormayan tarzı da bu samimiyete eşlik ediyor. Ancak bir okur olarak Türk’ün samimiyeti elden bırakmadan şiirini daha da derinleştirmesi, kendini çağrışımlara bırakırken öfke ve hüzne sarılması halinde daha da kalıcı işler çıkaracağının işaretlerini görüyorum. Kitabın geneline yayılan samimiyet ve yalınlığı gözeterek, Terzi’nin, Kumaş’tan güzel bir ilk elbise çıkarttığını söyleyebiliriz.


Hece, Aralık 2010, S. 168

15 Aralık 2010 Çarşamba

Erkan Irmak - Kumaş


Geçtiğimiz yıllarda öne çıkan okur odaklı modern edebiyat eleştirisi, metinlerin her okunuşunun yeni bir okuyuş olduğunu, anlamının her seferinde değiştiğini, okuyanın metne kattıklarıyla onu bir anlamda “yeniden yazdığını” iddia eder. Yapısökümcü düşünürlerse, anlamın asla bir ve mutlak olmadığını, okudukça kaçan, okurdan uzaklaşan bir fenomen olduğunu söyler. Bunların arasında bir yerlerde dolaşan Roland Barthes’sa, metinleri içinde barındırdıkları potansiyele göre ikiye ayırır: Buna göre, kimi kitaplar okuru anlamlandırma sürecine dahil etmezler, dertlerini başka bir yorum yapmaya izin vermeyecek kadar net ve dolaysız ortaya koyarlar, okur metnin okuyanıdır sadece, metnin dışındadır tam anlamıyla, edilgendir. Öte yandan kimi kitaplar, okuma sürecinin her anında dikkatli, talepkâr, meraklı, sorgulayan, şüphe eden, arayan, kısacası metni ve metnin anlamını yazarla birlikte kovalayan bir okuyucuya muhtaçtır “tamamlanabilmek” için. Şüphesiz, bu ikinci türdeki metinler daha makbuldür, hem Barthes’a hem de birçoğumuza göre. Peki, bütün bunların bir şiir kitabıyla ilgisi nedir?

Yavuz Türk, her ne kadar günümüzde görece dar bir çevreye sıkışmış olduğu düşünülse de, şiirle haşır neşir olan (kim üç-beş mısra düşürme ihtiyacı hissetmez ki bazen bir yerlere?) ya da dergilerde keşfettiği güzel bir şiirin şairinin izini süren (üç-beş mısra düşürmese de, kim üç-beş mısra okumanın çekiciliğine kapılmaz ki bazen?) çoğu insanın aşina olduğu bir isim. Kumaş, şairin ilk kitabı. Kitap, “Kumaş” ve “Kent ve Doğu” adlı iki bölümde bulunan 27 şiirden oluşuyor. Aslında, kitaptaki şiirlerin sayısından bahsetmek, belki de bu şiirler hakkında konuşmaya başlamanın en doğru yolu değildir. Çünkü şiir, yukarıda kısaca değinmeye çalıştığım gibi, belki de okuru okuma sürecinin içine en fazla katılmaya zorlayan edebiyat türü. Elbette bu durum, daha çok kafamızdaki “ideal” şiirden söz ederken mümkün, yeni anlamları içinde taşıyan, onları çoğaltma imkânı tanıyan, hayal gücünü kışkırtan, rahatsız eden şiirler her zaman karşılaşılan vakalardan değil ne yazık ki. Öte yandan, Yavuz Türk’ün, Kumaş’taki şiirleriyle hedefini bu şiirlerin arasına girmek olarak belirlediği rahatlıkla söylenebilir, hem de oldukça iddialı bir şekilde.

Kumaş’ın en belirgin özelliği kanımca sertliği ve kırılganlığı. Örneğin, kitabın en dikkat çekici şiirlerinden olan “Piç Terzi”de “benim işte yine o, kendi söküğünü dikemeyen ben /
her şey oldu da hep olmayanın peşindeyim / kendini deşip deşip irin içen işte ben” diye sessizce ve kaygılı, kırılgan, kederli bir sesle başlarken şiire, hemen ardından “mahallenin iti, evvel ve ahir zaman cücesi / kendini tırpanlayan, babası yok sülalesinin baş piçi / tanrım, beni neden yalnız bıraktın, diyen ben” gibi, bu kez karşısındakine çatan, rol yapmadan kabadayılığa girişen, acımasız ama acılı birkaç mısra çıkabilir karşınıza. Ama her zaman kendine ya da karşısındakine yönelen şiirlerle çarpışmıyorsunuz Kumaş’ta. “Düşük” adlı şiirde “kadınlar rahmini karıştırdığında, kız çocuğu korkularında / bir kan akar, başka kandır bu, vücut parçalarıyla” dendiğinde saf bir ağrının midenizde kabarmaya başladığını hissediyorsunuz. “Düşük” evvela okuyanın içine düşüyor, oradan bir “yok” tarihin içine girmeye, onu düşünmeye mecbur buluyorsunuz kendinizi.

Öte yandan, şairin izini sürdüğü belli başlı temaların ya da kavramların, hislerin, anların, yani şairle beraber yeniden hatırlanmaya çağrılan bazı insanlık durumlarının da Kumaş’ın temel yapılarından olduğunu söylemek gerek: baba, anne, kent, doğu, kadın, ilk aklıma gelenler. Örneğin, “baba”, yalnızca bir figür ya da rol olarak değil, babalığın anlattığı, anlatamadığı birçok cepheyle kitabın şiirlerinde geziniyor: “kendisi değil, babası piç olan bu insanişi...”, “kendini tırpanlayan, babası yok sülalesinin baş piçi”, “yazı senle başladı, bütün kadınlar, korku, babamsızlık”, “imge: babasının yanağını okşayan okul çocuğu / soru: sizin hiç babanız oldu mu?”, “bütün babalar çocuklarının önünde secde edecekler” içinde “baba” olan mısralar; ama “baba”, adının anılmadığı yerlerde de hep yakınlarında bu şiirlerin. Bazen elindeki sopasını bir an olsun bırakıp yüzüme baksa, bazen keşke elinde hiç değilse bir sopası olsa, diye düşündürerek.

Ama kitapta bundan daha fazla öne çıkan bir başka kelime daha var: doğu. Kumaş’ta anlatılan doğu, bir bakıma bir medeniyetin, bir düşünme hatta varoluş biçiminin, sezginin, hüznün, vakarın temsilcisi. Öte yandan, kesinlikle yalnızca bu kadar değil. Doğu, sadece soyut bir dünyanın içinde bazı anları etiketlemenin aracısı değil, sanki cisme, ete kemiğe bürünmüş, canlı, nefes alıp veren, mutluluğu, yalnızlığı, dostları ve korkuları olan bir insan gibi. Yalnızca anlatmıyor, hatırlatmıyor, bir taraftan da doğuyla konuşuyor sanki Yavuz Türk şiirinde. “batıya değil doğuya, daha da doğuya yürüyorum”, “doğudan batıya söylüyorum, söylemekteyim”, “yırtık gömlek cebimdeydi / bir pusuladan düşürdüm onu / hep doğuyu, / durmadan doğuyu gösterirdi / ben ordan doğurup büyüttüm onu / çün, sen serap oldun çölde tecritli” birkaç mısra sadece bir anda notu alınmış, altı çizilmiş. Bundan çok daha fazlasıysa altı çizilmeyi bekleniyor.

Yazının başında bir edebiyat metninin okuruyla kurduğu ilişki biçimlerinden, eleştiri makamının bu ilişkiye ilişkin görüşlerinden, bu ilişkilerin neticelerinden söz etmeye çalışmıştım. Ben, itiraf etmeliyim ki hiçbir zaman gerçek ve tutkulu bir şiir okuru olamadım. Olamadım, diyorum; çünkü bunun bir marifet değil, ancak bir kayıp sayılabileceğinin farkındayım. Öte yandan, daha önce hiç düşünmediğim, hissetmediğim, keşfetmediğim şeylere yönelmem için beni dürten şiirlerim, şairlerim oldu benim de her zaman. Yazdıklarım ve verdiğim örnekler, Yavuz Türk’ün şiirleri hakkında ne kadar yararlı oldu bilmiyorum; ancak emin olduğum, bu şiirlerin kesinlikle tek bir okumayla tükenmeyeceği, bir kez başladıktan sonra öyle ya da böyle okurunu da yanına çekip birlikte yol almaya mecbur ettiği. Kumaş önünüzde vaatleriyle, imkânlarıyla duruyor; ondan üstünüze neler biçilebileceği onun dokusuna bağlı olduğu kadar, sizin ona nasıl dokunduğunuza da bağlı. 




Varlık, Aralık 2010

Necmiye Albay - "Yeniyazı, Yeni Şiirler"




İyi edebiyat dergileri bize şaşırtıcı, zamanın değerini hissettiren bir şeyler sunan dergilerdir. Bu bir şeylerin içinde, bildiğimiz bir yazara ilişkin bilmediğimiz olgular, değerlendirmeler vardır, yeni yazarlar, öyküler, şiirler, haberler, anmalar, duyurular vardır. Ne vakit iyi bir edebiyat dergisini kaçırsak, bizde yeni bir eksiklik doğar.
yeniyazı dergisinin ilk sayısı 2009'un temmuz-ağustos aylarında çıkmıştı. Ben yalnızca ilk sayısını edinip orada kalmışım, biraz da talihsiz bir şeyler yüzünden. Geçenlerde bir arkadaşım bu dergiden söz edince tüm sayılarını (şu ana kadar yedi sayı) edindim ve kaçırdıklarım arasında bir yığın "çerçeve"nin de olduğunu gördüm.
"Çerçeve", dergilerde genellikle "dosya" adı verilen çalışma türünün yeniyazı dergisindeki adı: Belirli bir yazarı, yapıtı ya da izleği enine boyuna ele almaya çalışan bölümler kastediliyor. yeniyazı'nın bugüne kadar çıkan yedi sayısındaki "çerçeve"lerde sırasıyla şu yazarlar konu edinilmiş: Seyhan Erözçelik, Nurdan Gürbilek, Ayfer Tunç, Fatih Özgüven, Ülkü Tamer, Orhan Koçak ve Mıgırdiç Margosyan.
Bu çerçevelerden Nurdan Gürbilek ve Orhan Koçak başlıklı olanları özellikle nadirattan sayılmalı: İki eleştirmen, birbirleriyle ilgili "çerçeve"ler için de birer yazı yazmışlar.
Gürbilek ile Koçak'ı okurken, ikisinin yalnızca düşünsel düzeyleri açısından değil, dergidaşlıkları (Ekim-Kasım 1987 - Kış 2002 arasında yayımlanmış olan ünlü Defter dergisi) ve giderek yazı geçmişleri ile üslupları açısından da birbirlerine ne kadar yakın olduklarını daha güçlü bir biçimde hissettim. Öyle görünüyor ki bu yakınlık aynı zamanda birbirlerini en esaslı biçimde eleştirebilmelerini sağlamıştır.
Nurdan Gürbilek'le yeniyazı'da ayrıca 4. sayıdaki "Böcek" başlıklı "atölye" bölümünde karşılaşıyoruz: Kafka konulu, yayımlanmamış bir yazısı var orada...
Herhalde şimdi yeniyazı'dan söz etmeye neden 'kaçırmak' kavramı çerçevesinde başlamış olduğum daha iyi anlaşılmıştır. 'Kaçırmamış' olan okurlar da anlayacaklardır sanıyorum beni.
*
yeniyazı daha önce fanzin olarak çıkıyordu. Bazı fanzinler bizim ana karnındaki halimiz gibi oluyor: Sonradan dergi olarak doğuyorlar ve doğduklarında hayata yeni başlamışlar gibi sayılar sıfırlanıp numaralandırma 1'den başlıyor.
Bende fanzinin yalnızca 2. ve 5. sayıları var. Bu iki sayıdan Kasım 2008 tarihli olanında türlerarası, yarı öykü, bir sayfalık bir metin vardı. Yer ile zamanı bir kılan anlatımıyla dikkat çeken bir metindi; "Eşyam yok hepsi geçmişte kaldı" filan diyordu. Yazarı, Cihat Duman.
Cihat Duman'ın adı, şimdi hem yeniyazı dergisinin yayın kurulunda, hem de Yeniyazı Yayınları'ndan çıkan bir şiir kitabının üzerinde: Ya da Pişman Değilim.
Fanzinin editörü Yavuz Türk'ün adı da öyle; hem yeniyazı dergisinin yayın kurulunda, hem de Yeniyazı Yayınları'ndan çıkan bir şiir kitabının üzerinde: Kumaş.
İki şairin arasında başka yakınlıklar da gözlemlenebiliyor. Türk'ün kitabındaki "İronik Haziran" adlı şiir Cihat Duman'a adanmış. Ve ikisi de yeniyazı'da yeterince düzyazı yazmamış. Oysa ilk sayıdaki yazıları daha fazlasını vaat ediyordu.
Ancak, bu sürenin sonunda şiir kitapları çıktı. Kitaplarından belli ki, bir süreçti söz konusu olan. Geçen sürede şiiri ve şiirdışını temel boyutlarıyla sorgulamışlar ve bunu şiir yoluyla ortaya koymuşlardı. Sonuçta ortaya, sorgulayıcılık gibi genel bir özellik taşıyan özgün şiirler çıkmış.
Dolaysız bir sorgulama denemez bu şiirlerdekine. Ancak, iki şairin sorgulamayı gizlemeye çalıştıkları da söylenemez. İşin içinde, şiir kavramını yok etmek kadar, hatta daha çok, mirasa saygı sunmak da var. Yavuz Türk'ün "İronik Haziran" adlı şiiri bu açıdan da anılabilir: Cemal Süreya'nın "Ölüyorum tanrım"ından Hasan Hüseyin'in "Haziranda ölmek zor"una, dolayısıyla Orhan Kemal'e ve Nâzım'a kadar giden selamlar okunuyor orada.
Her iki şair de bu aşamada yazıdan çok şiirle düşünmüşler. Belki henüz bocalama aşamasını geride bırakmamışlar ama, çokboyutlu bir şiir yazdıkları da açık.

Milliyet Kitap
30 Kasım 2010 

Hüseyin Peker - Kumaş hakkında

Yavuz Türk, Kumaş, Yeniyazı Yayınları, Ağustos 2010, 64 sayfa




Yavuz Türk, 1982 doğumlu, ruh olarak Karadeniz Ordu’dan İstanbul’a göç eden, şiir sevgisiyle dolu bir genç ozan. İlk bakışta “kekeme adımlarla” yazdığını söylediği şiirlerden derlediği yapıtı Kumaş’ta isyan eden, sözcükleri suskunlukla parçalayan, kendi kaynaklarını, papatyaların lekelediğini söyleyerek çağırıyor bizi kırgınlığına.


Bu sıkıntısının başlıca kaynağını, “cebinde kırık misket, elinde ustura” ile bileklerini ovuşturduğu bir çocukluk isyanından “ben artık büyüdüm eyvah” diyerek sıyrılmaya çalışarak dile getiriyor.


İlk çığlığının kaynağının “baba” olduğunu anlıyoruz dizelerde. Baba kavramı sık sık karşımıza çıkıyor, “babamsızlık” çığlığını ise “sövgüyle büyütülen çocuk ben” (s. 13) diyerek dillendiriyor. Yer yer kendini piç gibi görmesi de bundan: Var olan babasını yok sayma ya da yok etme eğiliminden kaynaklanıyor bu öfke. Tanrısının, kendini yalnız bıraktığını söylediği bir kimsesizlik. Yaşamı bir ürperti gibi görmesine yarıyor. Boynuna sürülen bıçağı ince ince bilemesi de savunma mekanizmasının çoğuludur bence.


Yavuz Türk, dar bir kelime haznesinde yoğun bitiştirilmiş duygu posasını daraltarak anlatıyor. Yani eksilterek yazdığı anlatım biçiminde bu kısaltmalar arasında duygu nehri de sık ve derin çağıltılarla akıyor. Yoğunluk onun ilk emeli ve şiire kavuştuğu liman bence. Az sözü çok acıya bulandırarak yazıyor: “benim işte yine o […]” veya “[…] bu yüzden, fakat” ya da başka bir yerde “işte, evet, kendini […]” ayrıca “ama hep, ama yine de” gibi sözcük sıkışmalarını önemsemiyor arada. Ama kendinin tuhaflaşmasını, “babası piç olan bu insan işi” devranı dillendirmesini becererek sunduğunu gösteriyor. Çünkü sıkıntısıyla kardeş, ya da küçük sesiyle bağırmanın senfonisine dönüşüyor, ince saz takımı:


“döne döne bir kalem hep aynı divanda
hem yazdığım, hem yattığım içinde” (s. 43)


Üstte Yavuz Türk’ün yarattığı anlam içre ustalık; belirgin biçimde önümüzde. Sıkıntı pervazından kurtulmak için tutuşan kederli ve öfkeli şairin kalemini; yazma ve yatma gibi iki ayrı eylemde bitiştirmesi onun anlam ustalığının şiire bezenmiş halidir. Sövgüyle büyütülen şair, kendini piç olarak görmekte, sığınamadığı bir dünyanın terlemesini yaşamaktadır. “Büyüdükçe ölümüm çoğalıyor” diye işaret ettiği alan, belki “ağlayan erkek”e dönüştürmektedir onu. Karnesinde Nietzsche büklümleri taşıyan ozan “ben artık büyüdüm eyvah” dediği kırık misketlerini anar, uçurtmanın ipini keser. Her şey bir boğuntudur
Yavuz Türk şiirinde.


Şair, çocukluğun üfürdüğü onca sıkıntıyı arkadaşlarıyla; edindiği sevgi, sevgili yumaklarıyla gidermeye çalışmaktadır. “Tuz var, sızı var” (s. 50), “şimdi ağla ve uyu yeniden” (s. 46) diye avunduğu yaş, artık İstanbul’da kendine açtığı gençlik kanalında aranmalıdır. Umutlandıkça denizi taşlayan bu öfkeyle aynaya, yani kendine bakarak güldürür ve güç kazanır. Kurtarıcı anneden uzaklaşılmış, birileri tanrı olmuştur kısa zamanda. Artık yumuk kalan dostluğu, tuhaflığı olarak onu oyalamaktadır. Yavuz Türk gençliğinde, ergenliğinde aldığı yaradan doğmuş bir ozan. “kokuna doğru yürüyorum” “hem öyle yakıcıydı ki, aşktı” dediği sevgisiyle, öldürdüğü baba imgesinden de kurtulmuştur. O dalı ben kırdım, o çiçek beni diye düşündüğü sevgilisiyle buluşur. Yüzündeki acı maskesi dağılır, kitaplarının yeri değişir; yazar kanun olur, yas dışına bırakır istemlerini. Hayatın içindeki değerler yerini bulmuş, Yavuz Türk’e sinen öfke kol değiştirmiştir: Mektup olur anadili. Sıyrıldığı baba tokatları büyük şehrin sokaklarına sinmiştir bir yerinden. “daha çok sığınır oldum sana ey ironi” (s. 38) dediği yer ise, belki onun son durakta aldığı yeni yatak odası olmuştur.


“gidiyorum tanrım, başka şiirde görüşmek üzre” (s. 39)


Yavuz Türk’ün bundan sonraki kitabını şimdiden merak ediyorum. Sıkıntıyı, bıraktığı yerden nasıl dağıtacak? İzlenmeye değer bir ozan var karşımızda. Aklındaki kitapların raftaki yerini sık değiştiren bir ozanın üflemesi, sıcak soluğa dönüşüyor içli sesinin arasında.




Kurşunkalem 
Ekim 2010

1 Ekim 2010 Cuma

Edebiyat Hakkında Mülahazalar




1.

Cemal Süreya, Turgut Uyar gibi şairler aynı zamanda çok iyi düzyazılarıyla da tanınırlar. Bir has şair için zordur gerçekten aynı zamanda iyi düzyazı yazabilmek. Şiirindeki o incelikli ifadeyi düzyazıya indirgemenin zorluğudur hem bu, hem de bir şiiri düzyazının içinde tüketebileceğinin şairce de her an bilinmesidir. Derdini daha iyi anlatma derdiyle, birdenbire bir şiir heba olup gidebilir bir denemenin içinde. Cemal Süreya’nın Günler ve Turgut Uyar’ın Bir Şiirden adlı kitapları böyledir. Cemal Süreya’nın denemeleri YKY tarafından peyder pey yayımlanmıştı. Şimdi, aynı yayınevi bu kez Turgut Uyar’ın denemelerini toplamış ve Korkulu Ustalık adıyla yayımlamış. İyi de etmiş, kitabı hazırlayan ellere sağlık.



2.

Serkan Türk’e

Askerliğimi Kars’ta yaptım: Aralık-mayıs döneminde: Dolayısıyla çok üşüdüm. Bazı kitapları orda tekrar okudum ve daha anlamlı hale geldi. Orhan Pamuk’un Kar romanı da bu kitaplardan biri. Kars’ta geçen dört uzun günün anlatıldığı bir siyasi roman olan bu kitabı tekrar Kars’ta okurken hem Şair Ka’nın (Kafka’nın K.’sını anımsayarak…) geçtiği, gezindiği ve şiir yazdığı yerlerden ben de geçtim; hem de kitabın içinde fazlasıyla hissedilen hüznü daha da iyi anlayarak. Kars’ın bir şehir olmaktan daha öte bir yönü var. Bir çeşit aura bu.

Askerlik bitmeye yakın Serkan Türk beni ziyarete geldi. Daha önce mail yoluyla epey yazıştığım ancak yüz yüze görüşmediğim Serkan Türk’le bu vesileyle tanışmış oldum. Sabah kahvaltı yaptık birlikte, ardından Kars Kalesi’ne çıktık. Akşamüstü ben kışlaya geri döndüm. Efsaneye göre, bu şehre bir şekilde yolu düşen biri mutlak ikinci kez gelirmiş buraya… İşte bunun kanıtlarından biri: Serkan’ın bu ziyaretinden 20-25 gün sonra bir mail geldi bana ondan. Şöyle:

Sevgili Yavuz,
İnanabiliyor musun, bir kere daha Kars’ı gördüm. Santral bir türlü bağlamadı telefonu. Senin hat kapalıydı. Pazar günü oradaydım. Bir tiyatro ekibinin turnesi vardı Kars’ta. Geldim ve döndüm. Üzüldüm seni göremediğime.”

Benim yolum şu eserler vasıtasıyla tekrar düştü Kars’a:
- Kozmos, Reha Erdem
- Kader, Zeki Demirkubuz
- “Çok Üşümek”, Büyük Saat, Turgut Uyar

Orada, çok üşürken, aklımda dönüp duran Turgut Uyar şiiri:


Çok Üşümek

bir kalır uzun resimlerde anısı sakallarımızın 
urban içinde üşüyüp üşüyüp kaldığımızın 

bir kalır yanık yağlar kokusu şehirlerde 
uzun nehirlere binip uzaklaşmadıkça 

bir kalır yabancı yataklarda o oteller 
meydanlar heykeller sizin olmadığınız o her yer 

o çok yalınç gerçekli gelip gitmeler 

bir kalır uzun duvarlar ve onların dipleri 
bir kalır yılgın adamların hep ‘evet’ dedikleri 

çok üşürdük hep üşürdük üşümekti bütün yaşadığımız 
üşürdü ellerimiz aşkımız sonsuz uzun sakallarımız 

tükenir dağınık diriliği kaşıntımızın bir gün 
bir kalır uzun kitaplarda anısı çok üşüdüğümüzün...



3.

Türk Şiirinde Son Durum

Bazı İstatistikler (19 Eylül 2010 Pazar günü itibariyle)
Aktif üye sayısı :
 631.426
Kitap Sayısı:
 86.000
Şair Sayısı:
 42.040
Şiir Sayısı:
 1.174.565
Şarkı Sözü Sayısı:
 12.500
Tartışılmakta olan konu sayısı:
 537
Bir ayda gösterilen sayfa sayısı:
(yardım sayfaları hariç, yaklaşık)
4.700.000

Kaynak: antoloji.com



4.

Ahmet Hâşim’den Yahya Kemal’e

“Bilirim, hayatında beni bir dakika sevmedin, bir dakika havamda rahat etmedin, bir dakika bana dost sıfatını tamamen vermedin. Ben bunu bilerek dostun oldum ve hâlâ dostunum, çünkü biliyorum ki ruhun benim ruhumun cinsindendi, çünkü biliyorum ki bedbahtsın ve mesut olmayacaksın, tıpkı benim gibi.”




http://www.izdiham.com/index.php/yavuz-turk-edebiyat-hakkinda-mulahazalar

18 Eylül 2010 Cumartesi

"Divana Giriş"





       1.  şimdi karalanmış kanatları yalnızlıkta
            çocuk düşü telaşında bu içdeniz...


      2.  ne yapsan eksik kalır tutkal hüzün
           içine yapışan ve yapıştıkça oyalayan...


      3.  içimin tam burasını karala öfkeyle
           bu kan, bu işgal mevsiminde dikiş izlerim...



      4.  açıl parantez! dedikçe ayrıntı hamallığı
           kendisi değil, babası piç olan bu insanişi...


      5.  döne döne bir kalem hep aynı divanda
           hem yazdığım, hem yattığım içinde...





(Ğ dergisi, S. 8, Eylül-Ekim 2010)

24 Ağustos 2010 Salı

Yavuz Türk, Kumaş



Yavuz Türk, Kumaş
Yeniyazı Yayınları, Ağustos 2010
64 sayfa, 7 TL




Yavuz Türk’ün Yeniyazı Kitaplığı’ndan çıkan Kumaş adlı kitabı titiz bir çalışmanın ürünü. Kitapta bulunan 27 şiirin sekiz yılda yazıldığını da düşünürsek üstteki savımız daha gerçekçi olur. Kumaş, sözü yormadan söyleyen ve adeta muhatabı belirlemiş olmanın rahatlığı ile davranan bir şairin kitabı.

Kitapta; kent, doğu, kadın, kumaş, ipek kavramları üzerinden bir “yeni dünya” oluşturulmakta: “topkapı, bizans’ın önsözüdür / girdim oraya, kekeme adımlarım / iklim birdenbire papatya / meydanlar dolusu kadın gördüm / hepsinin ağzıydı önsözü” gibi dizeler de bu dünyanın kapısının eşiğinde söylenmiş sözler aynı zamanda.

Şiirleri okuduğumuzda şairin lirik ile epik arasında bir damar bulduğunu ve istikrarlı bir biçimde bu tür şiirin izini sürdüğünü müşahede edebiliriz. Kitapta insanı dürtüp duran bir tarihsellik de var: “su uyur, içine doğru uyur boşluk / dört denizim vardı dörtbiryanımda / biri çöl oldu, kanayan durmadan / şimdi uyak olur su ve düşman”. Suyu ve düşmanı uyak olduracak şiirler, okuru kendisiyle empatiye davet ediyor. Bize de şairin bu ince davetine icabet etmek düşer.


Kitap isteme adresi: yeniyazikitap@gmail.com