“sevgiyle değil sövgüyle büyütülen çocuk ben” (s. 13) dizesiyle belirliyor koordinatlarını Yavuz Türk. Bir bakıma bakış açısı da ona göre şekilleniyor. Yetiştirilme tarzından da anlaşılacağı üzere kumaşı, kesimi farklı bir Piç Terzi o! Daha ileride genel başlık gibi sunduğu “aksak terziler”den!.. Acıyı teyellerken farklılaşmış olmalı. Aynı yerden geçmiyor dikiş izleri. Sevgisizliğin soğuttuğu baba-oğul ilişkisini, “imge: babasının yanağını okşayan bir okul çocuğu” (s. 17) şeklinde doğru yere oturtan sıcaklığı var makasının. Kumaşın son haline bakarsanız, şöyle bir görüntüyle karşılaşırsınız:
“anne, nasıl doğduysam öyleyim: çıplak
bir yanım kitap kokusu, bir yanım mısır tarlaları
hırkayı giyindim eğnime, aldım yükümü çıplak
dağ yıkmalı, kaç kere yanmalı, ben garip kimesne” (s. 15)
Mısırlı, kemençeli, yaylalı özelliğinden onun bir Karadeniz çocuğunu olduğu çıkarsam da “ben garip kimesne” felsefesinin yansıttığı izdüşümünden ruh halini daha iyi okuyabiliyorum. Kendini gül kokusuyla yoğurarak yeni bir dil geliştiriyor. Gül kurutmayı iş ediniyor sabırla. Değil mi ki gülün peşine takılan bir güzelliği var; değil mi ki “ekmeğiydi, sevgisiydi, sevgilisiydi/ yanımda kaldı hep bir gül kokusu” (s. 28) özlemiyle yakıp yandırıyor bizleri; buradan giderek “Okunmayan”ı okunur kılabiliyoruz rahatlıkla.
İşte bu dil sayesinde “bedenin keteni eskittiği” bir sevgiliden söz edebiliyoruz aşk yangınıyla. O yangın sevgilinin ateşiyle “dokununca tene benzer/ dokununca irkiltir erkeği” (s. 22) diyerek farklı bir yere oturtuyoruz ipeğin tanımını.
Yine bu dil sayesindedir ki Picasso’yu konuşturan “Picasso, 1918” şiirinde, “kadınları tanrım, çok sevdim bozdum biçimlerini onların/ benden sonra onları kimse sevmesin istedim” (s. 33) tersinlemesinin egoizmini daha iyi kavrıyoruz. “rengi kendine çalan gül” (s. 31) yolculuğunu anlamak da aynı noktada buluşturuyor bizi. Ama “Ummanca”daki uğultuya bakarsak, dönüştürülen son aşaması uçsuz bucaksız sularla açıklar kendini. Hoş, ben de “Ada” adlı şiirimde ‘Okyanusça’dan söz etmiştim. Demek ki şiirin kardeşliği suyun kardeşli denli doğal! Sözcükleri “annece, aşkça köpürtmek”, kestirmeden “Ummanca”ya gitmenizi sağlar. Şiire, aşka ve ölüme inanan Ritsos’un koşutluğunda sonsuzluk arayışıdır Türk’teki de:
“bir dil oluyoruz yavaş yavaş
nehrin romantiği sensin tek
ne kadar kalabalıksak da
bir başına akacaksın kıyıda
birkaç sözün var bana:
bir anneni
bir anneni
ummanca…” (s. 37)
Şiirin yuvarlandığı felsefi alanda, “ben bir garip kimesne”ye yakışır, güler yüzlü bir üslupla kaleme alınan, insan naturasına özgü ironik sorgulamalar var. Kadınlar toprağını başat alan “tanrısını sırtında taşıyan bir kul”’un (s. 40) senlibenli hali, sorgulamada sınır tanımıyor:
“de ki, Cermen, slav, zenci ayırt etmiyorum
kadınlar bambaşka bir varlık sanki
bir ona bak, bir bana; anla yani!
tanrım, maymundan gelmedik di mi?” (s. 39)
tanrım, maymundan gelmedik di mi?” (s. 39)
Yapıtın Kent ve Doğu bölümünde ise sorgulama ‘şiir’ derinliğinde sürüyor. “dilin senin ne güzel bir dildi/ uzuuuun eliflerle kuşatırdı lirik sesimi” (s. 48) hayranlığıyla belirtilen Divan’la divane bir gezinti Ortadoğu’ya, Arabistan çöllerine uzanıyor. Çünkü “çoktandır geçmediğin bu han yıkılıyor/ şimdi ağla ve uyu yeniden” (s. 46) dizeleriyle özetlenen aymazlık içindedir şair. Utancıyla yüzleşir adeta.
Eğer şiirin köklerine ilişkin sepetinize bir şeyler koymak isterseniz, hiç durmayın, “Eski Şiir”in rüzgârına sorun soracağınızı! Zaten orada sizin yerinize sorulmuş sorular var:
“şiir nedir, ey esrik yolcu kederlen
durmadan devinen nedir tam şuramızda
zaman mıdır, ışık mıdır, aşk mıdır” (s. 52)
Üstelik “Şiir nedir?”e yanıt ararken, dipnotlardaki şiir dili soruların boyunu aşmış durumda. “yokluğu gece, varlığı bir ırmak imgesi” (s. 55) olan taşkınlığın köpüklerinden fırlayan dipnotların her biri şiiri tümlemeye eğilimli. Örneğin bu son dizeye bağlı kalarak “şehirlerin en güzel yeri/ neden mezarlıklardır?” (s. 55) diye sorduğunuzda, eminim ki şiirin de işlevi konusunda bir şeyler kulağınıza çalınır. Şimdi ben kalkıp, “Şiir, insanın tortusudur,” desem aynı kapıya çıkmış olurum şairiyle. Belki bundandır esrik yolcunun kederlenmesi!.. Mezarlıklardan başlayarak kentleri anlama! Bir başka deyişle, izlerinden giderek insanı ele geçirmek!.. Kaldı ki aşk arayışıyla eşitlenen bu arayış, “Asl ve Suret”te Leyla’dan geçmenin halleriyle verilir. Aşk, bir varoluş nedeni ya da yaşamsalın içini doldurandır. Suskun çöl aynasında gizli çanları konuşturarak okunur geçmiş zamanın dili:
“çölde,
mecnun oldum
suretim yoktu…
kays kayboldu kumda
leyla’yı aradı durdu
leyla diye biri yoktu! “ (s. 59)
Leyla’ya ilişkin aldanışlar yeni değil kuşkusuz. Ancak o derin yalnızlıkta bir kum tanesiyle bile konuşmaya değer. Kumdan kuma iletişim sonucu hem çölün dili çıkar ortaya, hem de Leyla’nın izleri. Aldanışlar ne denli eski olursa olsun, şiirin kazdığı her zaman yenidir. Yeni olanın formülü de belki şu dizede gizlidir:
“aşk zamanın başlangıcıdır, tarihin, yazının” (s. 56)
Ha, ne dersiniz? Piç Terzi’nin Kumaş’ında böyle bir parıltı var!
Mühür
Mayıs-Haziran 2011, sayı: 35
Mayıs-Haziran 2011, sayı: 35
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder