Söyleşi: Gökhan Arslan
— Yavuz, kitabının adıyla başlayalım istersen. ‘Kumaş’ olarak seçtiğin isim sanırım biraz da şiirin hamuru/mayası gibi bir şeyi temsil ediyor. Hani derler ya ‘bu şairin mayası iyi, kumaşı iyi’ diye… Peki, bu kumaş hangi kumaş? Yani sen hangi kumaşı kullanmayı tercih ettin?
Şairler genelde yazdıkları kitaba, orijinal, diğerlerinden farklı ve özellikle de şiirsel adlar koymaya çalışırlar. Hele ki bu adlar sıfat ve isim tamlamalarından ibaretse, bence daha da dayanılmaz oluyor. Bir kitaba ad koymak kimi zaman zannedildiğinden de kolay olur. Ya da biraz tersinden de okursak bunu; eskilerin deyişiyle “şairaneliğe” soyunan bir ad olmaktan uzaklaşıp aynı zamanda kitaba cuk diye oturan bir isim bulmak zorlaşabilir de. Bazı kitaplar ve şiirler adıyla birlikte gelir, o ayrı. ‘Kumaş’ adı bu kitabın tamamlanmasına yakın bir zamanda ortaya çıktı ve açıkçası üzerine çok da fazla düşünmeden yerini buldu. Şöyle: Bu zamana kadar, bu dosyanın adını “Kadınkent” olarak düşünmüştüm. Sonra sonra, birkaç nedenden bu addan uzaklaştım. Birincisi; “Kadınkent”, yıllardır düşündüğüm bir ad olduğu için ve kafamda da uzun zamandır var olduğundan ben bile bu addan sıkılmaya başladım. İkincisi, az önce söylediğim nedenden dolayı kitabın ismi -çok fazla olmasa da- bir miktar “şairane” gelmeye başladı bana. En sonunda da, bir süre önce bu adı çağrıştıran bir kitap çıkmıştı. Kumaş’ın hikâyesine gelecek olursak; bu başlık altında birtakım şiirler yazmaya başlamıştım; “Keten”, “Kadife”, “İpek”, “Entari” gibi. “Kumaş”, kitabın bölümlerinden biri olacaktı. Ancak sonradan “Kumaş”ın aynı zamanda çok güzel bir kitap adı olabileceğini düşündüm. Bir kere sadeydi, aynı şekilde bu benim ilk kitabım olduğu için -senin de söylediğin gibi- “benim de malzemem budur” duygusunu rahatlıkla verebilirdi. Ben kitabı yazdım ve çekildim, sezdirdiği anlama rağmen, söylemek istediğim “benim kumaşım iyidir” ifadesi değil. Elbette “eser sahibi” olarak içten içe böyle düşünsem de… Bu kumaşın nasıl bir kumaş olduğuna zaman karar verecek; ama % 100 pamuk olması benim tercihimdir. Ben pamuklu kumaşları seviyorum.
— Şiirlerinde yoğun bir şekilde ‘kambur’ ve ‘piç’ kavramları geçiyor. Bu da ister istemez İsa peygamberi çağrıştırıyor. Şair olmakla İsa olmak arasında nasıl bir bağlantı var sence?
Hiç bu gözle bakmamıştım. Yazdığım şiirin ne’liğine dair benim de aklımda bir şeyler var, ama kendi şiirime yabancılaşarak uzaktan bakmam zor gibi görünüyor, şimdilik. Kaldı ki, benim düşüncem şu yönde meyleder: Edebiyat alanı için söyleyecek olursak, bir şairin yazdığı şiir, bir öykücünün de yazdığı öykünün doğasına dair kafasında billurlaşmış bir fikir olduğunu düşünmüyorum. Bana, yazdığım şiirin doğası önceden “verilseydi”, herhalde bu şiirleri yazmak yerine kendi kendime üzerine düşünerek vakit geçirirdim. Oturup böyle şiirler yazma ihtiyacı hissetmezdim. Bir şairin yazdığı şiirin ne olduğunu tam olarak bilebilmesi ve anlatabilmesi bana sakat bir duygu gibi geliyor kısacası. Şimdi bakınca küçük birkaç yorumda bulunabilirim belki: Kambur ve piç kavramları aslında birbiriyle yakından ilişkili. Bu iki kavram birbirinin ardılı görüntüsü bırakıyor bende. Bir de bu iki “sıfat” da genel olarak erkekler için kullanılır. Bir diğer ortak özellik ise, her ikisinin de toplumun gözünde reddedilmiş, yok sayılmış, horlanmış kişiler olmaları ve bu sıfatları “doğuştan” kazanmaları; biri genetik, diğeri toplumsal. Kendimi piç gibi gördüğüm ise, evet, çoğu zaman doğrudur. Hayır, kambur da değilim. Ama sık sık kendimi piç ve kambur gibi hissettiğim olmuştur. Benim sakatlığım da ruhumda demek ki…
Şair olmak ve/veya İsa olmak arasında, üzerine düşündüğümüzde pek çok bağlantı bulabiliriz. Ama burada, şairliği yüceltecek, peygamber seviyesine getirecek değilim. Eskiden olsa bunu yapardım; eskiden, yani şiire çok saf duygularla yaklaştığım zamanlar. Şairleri tanıdıkça, bendeki o saflık da yok olmaya başladı yavaş yavaş. Şair dediğimiz kişinin peygamberden sonra gelen kişi olduğunu düşünürdüm. Bu biraz da şiir yazarkenki duygumdan kaynaklanıyor. Hiçbir zaman “şiir yazacağım” diye masaya oturmadım; şiir bana bir şekilde “geldi”. Gelen şiiri yazarken sadece bir aracı olduğumu düşündüm hep. Şairliğin asıl mayasının isyan olduğunu düşünüyorum. Beni sarsan böyle bir şiir, dolayısıyla okumayı ve yazmayı tercih ettiğim de öfkeli, karamsar, isyan eden şiirler. Bütün bunları anlattıktan sonra, İsa peygamberin söylediği “sana tokat atana diğer yanağını dön” sözü çok kabullenmeci geliyor bana. Bir yandan şöyle düşünebiliriz bunu: Gündelik hayatta hiçbirimiz -en azından ben- yazdığımız şiirdeki gibi öfkeli, asi, karamsar değiliz. Gündelik hayatta şairin durumu sanırım İsa peygambere benziyor: Sesini çıkaramayan, sinik, pısırık veya yüce duygularla da anlatabiliriz bunu; kendi halinde, diğerkam, mütevazı vb. Şair şiir yazarak İsa’yı tersyüz ediyor belki de; onu asi yapıyor ve böylece kendini de tersyüz etmiş oluyor.
— Babayla hesaplaşma şiirlerinin neredeyse tamamını işgal ediyor. Buna karşılık anneye bir oğul dahi olamadığını belirtiyorsun. Şiirle uğraşanların genel sorunu mudur babayla sürtüşmek? Yoksa bu şairin hiçbir iktidarla uyuşamamasından mı kaynaklanıyor?
Bugün artık şairin iktidarla uyuşmazlığı, yalnızca yazdığı şiirden ibaret. Yoksa, eylemlerine yansıyan bir uyuşmazlık yok. Bugünkü şairin durumunda -politik anlamda söylüyorum bunu- iktidara karşı olmak, dost sohbetlerinde ya da karşılıklı konuşmalarda yapılan gevezelikten ibaret, entelektüel bir yanı yok yani. Oysa eskiden, edebiyatçılar aynı zamanda sıkı birer aktivistlermiş. Bugünkü aktivistlik şu: Facebook’ta bir grup kurmak ve insanları o gruba davet etmek. Farkındaysan biraz gürültüye getiriyorum aslında sorduğun soruyu; çünkü “baba” meselesi hâlâ aşabildiğim bir mesele değil. Baba meselesine dair aklımda belirgin cevaplar olmadığı için ben de mümkün olduğunca geçiştirmeye çalışıyorum. Şiirde yaptığım şey bir nevi hesaplaşmadır belki. Bence daha çok demin söylediğim şeyle bağlantılı: Gündelik hayatta söyleyemediklerimi, bu yolla söylüyorum. Yoksa, bir oğlun babayla hesaplaşabileceğini düşünmüyorum. Tersinden de söyleyebiliriz şu cümleyi: “Babamın üzerinde çok hakkım vardır.” O hakları, kendi kurduğumuz dünyada kavga dövüş edinmeye çalışıyoruz.
— Kitapta ağırlıklı olarak kadınlara da sığınıyorsun. Hatta kitabın bir şiirine ‘kadınkent’ adını vererek bunu da vurguluyorsun. Bu kadınlar bir trajediyi mi işaret ediyor; yoksa bu, bir mutluluk belirtisi mi?
Kadın; sarıp sarmalayan, babanın tersi, annenin ise yansıması. Bendeki kadın duygusu bir kişiye yönelmiş bir duygu değil. Daha yukarda, pek çok şeyi aşan ve kendi içinde mırıldanan bir duygu. Bugünlerde, kitaba biraz da dışardan bakmaya başlayınca; bundan sonra yazacağım şiirlerin şu başlıklar altında toplanabileceği hissi uyanıyor bende: Kadın, Doğu, İstanbul, baba, insan, mit vb. Bendeki “kadın” duygusu, trajedinin içinde doğup ordan mutluluğa meyletmeye çalışıyor. “Hayatıma gir(e)meyen kadınlar” benim için bir trajedi olabilir. Ya da kadınlar, insanın trajediden mutluluğa -tersi de doğru- hızla adım atmasına neden olabilir. İkisi arasındaki en hızlı geçişkenliği sağlayabilen tek varlık kadın.
— Şiirlerinin gelenekle de yakın bir ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Kitaba ‘mukaddime’ ile başlaman, sonrasındaysa ‘divan’lara girmen sanırım gelenekten beslenmenin bir göstergesi. Bu noktada şunu sormak istiyorum; sence şiirin gelenekle ilişkisi nasıl olmalı?
“Gelenekten beslenmek” ifadesi beni acayip rahatsız ediyor. Edebiyatla uğraşan kişi ne yaparsa yapsın bu anlamıyla elbette “gelenekten beslenecektir”. Bir edebiyatçı, ilk olarak neden yazmaya karar verir ve “nasıl” yazar? Öncelikle bir edebiyat okurudur ve yaptığı okumaların neticesinde kendisi de oturup bir şeyler karalamaya karar verir. İlk yazdığı metinler de ister istemez en çok okuduğu ve beğendiği yazarın/şairin üslubuna benzeyecektir. Ama şair, sonra sonra kendi yazdıklarını ve çağdaşlarının yazdıklarını daha iyi analiz etmeye başlayınca bu zamana kadar ne yazıldığını da aklının bir köşesinde tutarak, “söylenmemiş” sözler etmeye girişecektir. Burada da şairin üslubu ortaya çıkmaya başlar. Yaptığım bu gevezelik, aslında benim rahatsızlığım. Sormak istediğin şeyi başka yere çevirmeye çalışıyorum belki de. Ama senin sorduğun şekliyle cevaplayacak olursam, eski kelimeleri kullanmak, divan şairlerine göndermeler yapmak, mitlerden ve efsanelerden veya kutsal metinlerden yararlanarak yazmak bugün “gelenekten beslenmek” kalıbı içine alınıp bir güzel tanımlanmış. Hepimizin bildiği gibi diğer yanda da, daha uçuk kaçık, fütürist, görsel malzemeden faydalanan, interneti, google’ı, bilgisayarı şiirin içine katan veya denemeler yoluyla şiirin duygusundan çok biçimine kafa yoran bir şiir var. Şimdilik buna da “avangard” diyelim. Bizim genel şiir anlayışımızda, zihnimizdeki kalıplar nedeniyle ya birine ya da ötekine ait olmak gerektiği gibi bir anlam çıkıyor. Bana soracak olursan, geleneksel üslubu kullanarak da biçimci bir şiir yazılabilir. İkisi arasında sürekli bir geçişkenlik olduğunu düşünüyorum. Çünkü has şiir yazmaya çalışan herkes bence bir şeyi “deniyor”dur aynı zamanda. Bu bakımdan deneyselcidir. Öztürkçe değil de Arapça ya da Farsça kökenli kelimeleri şiirimde kullanıyorum, kutsal metinlerden faydalanıyorum veya kimi zaman divan edebiyatının nazım biçimlerini kullanıyorum diye birden gelenekçi olabilirim. Şiirin gelenek dediğimiz birikimle ilişkisi maalesef hep vardır ve olacaktır. Bugün şiir yazarken “geleneği reddediyorum” argümanıyla yola çıkanlar da bir gün geleneğe dönüşeceklerdir.
— Biçim oyunlarına fazla girmiyorsun. Belki bir tek “Eski Şiir”de buna dair bir algıdan söz edilebilir. Son zamanlarda hayli revaçta olan biçimci/deneysel şiire kendini ne kadar yakın hissediyorsun?
Biçimci/deneysel şiiri çok severim. Ben de bir şeyler denemiştim bir ara, ama beceremedim. Bendeki, anlamı önceleyen bir şiir duygusu olduğu için; deneysel bir şey yaparken, anlamı ıskalarsam diye korktuğum için, bu işe girişmekten de çekiniyorum. İyi örnekleri yapılabilir; çünkü biçim dediğimiz, aslında üslupla başa baş giden bir şeydir.
— Ve son bir soru; kitabın girişinde “erkekler ağlarken çirkin olur kadınlar güzel” diyorsun. Erkek olmak bir ezikliği mi temsil ediyor sence?
Erkeklik üzerine burada anlatamayacağım kadar çok şey söyleyebilirim. Özellikle, senin de vurguladığın gibi “ezikliği” konusunda. Kadın olmak, tarih boyunca bir ölçüye vurulmuş, kadınlar hep bir şeyleri kazanmış; haklarını, kadınlıklarını, hatta erkekleri… Ataerkil bir söylemi savunduğum anlaşılmasın bundan. “Erkek eziktir” diyelim ve bitirelim.
Akköy
Ocak-Şubat 2011, sayı: 64
Ocak-Şubat 2011, sayı: 64
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder