8 Ağustos 2011 Pazartesi

Cihat Duman - "Kumaş" Hakkında Yavuz Türk’le Söyleşi





Söyleşi: Cihat Duman [1]











Cihat Duman: Yavuz, şiirlerinde samimi bir ajitasyon var, bu ajitasyonu neye bağlıyorsun? Örnek olması için söyleyeyim: “bir piçim ben, dövün ve hor görün beni”, “sizin hiç babanız oldu mu?”, “bir çocuğum şimdi, içim acıyor”, “ah, ben seni öyle nedensiz sevemedim mi?”


Yavuz Türk: Öyleyse sana ajitatif bir başlangıç yapayım. Her sabah uyandığımda bu hayatın devam ettiğini ve yaşadığımı görerek mutsuz oluyorum, önce bu. Mutsuzluğumun asıl nedenini ise okuyanlar şiirlerin içinden çıkaracaktır. Bu yaşıma gelene kadar kendimi bir böcek gibi hissettim, Kafka’nın böceği değil bu, Dostoyevski’nin böceği, ama öyle kendime acıyan bir adam değilim aslında. Bendeki ajitasyon biraz rol icabı, biraz Karabayırlılıktan geliyor. Kimi zaman afili laflar etme isteği duyuyorum ve bunu en iyi ajitasyonla yapıyorum… Ama yazdığım şiir hakkında net, billurlaşmış, “budur” diyebileceğim bir fikrim yok, yalnızca birkaç duygu… Hiçbir şairin de olacağını sanmıyorum. Şairlerin, kendi şiirleriyle ilgili, “efenim, benim şiirim şöyledir”, “bu şiirde aslında ben şunu anlatıyorum” gibi tespitlerde bulunmaları komik geliyor. Şairlik, artistlik işi biraz. Dozunu iyi ayarlamalı sanırım. Bir de şunu söylemem lazım; kabul, bir ajitasyon var şiir(im)de, ama bu eziklik bir öfkeden kaynaklanıyor aslında. O yüzden, asıl baskın unsur bence öfkedir bu şiirlerde. Ve öfke duymadan, öfke olmadan şiirin bir anlamı olduğunu düşünmüyorum.


Cihat Duman: Anlatım biçiminin öfkeli olduğu tespitini sen söylemeden önce de yapmıştım…


Yavuz Türk: Tahmin edebiliyorum; bunu zaten defalarca konuştuk.


Cihat Duman: Peki, mit meselesine gelelim… Bazı şiirlerde tarihi öğeler, göndermeler var; Bizans, doğu gibi şeyler. Bu göndermelerin şiirde şık durduğuna ben inanmıyorum, özellikle tarihin veya sanat tarihinin ya da felsefi öğelerin… Bu konuda ne diyeceksin?


Yavuz Türk: İlk şiir yazmaya başladığım sıralarda bir çeşit sancıyla, aşk ve var oluş sancısıyla yazıyordun herkes gibi… Sonradan şiirin aslında başka bir şey olduğunu sezdim yavaş yavaş.


Cihat Duman: Sadece bir kere mi oldu bu katman değişimi?


Yavuz Türk: Hayır, senden örnek vereceğim; şiirinin gelişimini az çok bildiğim için. Sen nasıl ki, önce naif bir şiir yazarken ironik ve daha deneysel bir şiire ve sonrasında postmodern şiirler yazmaya başladın, ben de aşağı yukarı böyle bir çizgiden geçtim. Mesela, sen bilmezsin, ama benim de deneysel şiirlerim var. İnsan yatağını bulana kadar dolanıp durabilir. Bence bunun hiçbir zararı yok. Bugün bir şaire, 10 yıl önceki gibi yazmadığı için kızamayız, hakkımız yok buna.


Cihat Duman: Değişmek, değişmeyi kabul etmek çok zor bir şey, çok nadir görülüyor. Benim aklımda en çok kalan Edip Cansever’in ilk iki kitabını reddetmesi, Orhan Veli’nin değişimi, Metin Eloğlu’nun son nefesinde İkinci Yeni düşmanına göz kırpması... Değişmeyi kabul etmek, mirası reddetmek, ortada kalmak neden bu kadar zoruna gidiyor şairin? Mesela neden kendilerini avangart ya da görselci olarak tanımlayan şairlerle empati kurulmadı? Bak sen ne güzel bir değişimden bahsediyorsun, gocunmuyorsun, diğerlerinin belli bir çizgide ilerlemek istemesini ne belirliyor, abilerinden mi korkuyorlar yoksa okurlarından mı?


Yavuz Türk: Ben her zaman şairin değişebileceğini, çünkü insanın her zaman değişime açık olduğunu düşünürüm. Bugün yaptığımız şeyi mutlak kabul etmem. Dolayısıyla, yapılan her şeyin, kişi için bir mantık silsilesini takip ettiği sürece değeri olduğunu düşünürüm. Örneğin, ben şu anda kendi şiirimi mit/öfke/ajitasyon üçgeninde konumlandırdım, yarın nerde olacağımı bilemem. Yalnızca seziyorum bazı şeyleri, o kadar. Burada sana, yazdığım şiir hakkında sabaha kadar iddialı laflar da edebilirim, ama bu boş laftan öteye gitmez. Yazılan şiirin, insanın/şairin manifestosunu zamanla oluşturduğunu düşünüyorum. Şiirin başına oturmadan yazılan manifesto boş bana göre. Neyse… Bir süre şiir yazdıktan sonra, insanın konaklamak, az bir nefes almak istediği duraklar oluyor. Ayrıca, ben biçimsel değişiklikleri ya da şairin çeşitli tavırlar almasını senin söylediğin gibi, geleneğe bağlı olmak, ya da geleneği reddetmekten korkmak olarak görmüyorum. Yazdığımız şiir bir ucuyla insanın evrensel tarihine dokunuyor mutlaka, bundan kaçış yok. 80 Kuşağı için şöyle saçma sapan bir eleştiri yapılmıştı: “şiir insansızlaştı…” ya da “şiiri insansızlaştırdılar” Bu ne demek şimdi ya! Sebebi insan olan bir netice, nedeni olmadan var olabilir mi? İnsansız şiir mi olur? Onların söylemek istediği aslında başka, daha ideolojik. Ben daha kapalı, daha geleneğe bağlı gibi görünen bir şiir yazıyorum mesela. Biri söylemese de ben bunu hissedebiliyorum. Ancak, bu üslubu kullanmamın ya da kullanmak istememin nedeni bugün bu tarz şiirleri okumak daha çok hoşuma gittiği içindir: Tarihe dokunan, epik, yüksek perdeden konuşan ve öfkeli. Benim için en önemli kaynaklar “kutsal metinler” bu anlamda: “Kutsal metin” derken yalnızca semavi dinlerin kitaplarından bahsetmiyorum. Sokrates’in söyledikleri (Platon aracılığıyla tabii), Komünist Manifesto, Tutunamayanlar birer kutsal metin değil mi? Kutsal metinlerin hem anlattığı şeyler hem de anlatım üslubu beni etkiliyor. Bu yüzden ben şiiri kafama böyle kodladım şimdilerde. “And olsun incire ve zeytine” diyor Kur’an’da... Bu benim için inanılmaz bir dize. Ya da “de ki...” diye başlıyor çoğu ayet...


Cihat Duman: Peki ya “baba”? Baba meselesine gelelim. Şiirlerde “babamsızlık”, “babasızlık”, “babası piç olan”… Tipik bir Oidipus kompleksinin temsili mi, nedir bu?


Yavuz Türk: Bu soruyu şimdilik es geçmek istiyorum, çünkü babam hâlâ hayatta!


Cihat Duman: Hepimiz babamızdan çok korktuk, devletimizden çok korktuk, bizi ezip geçen şair ustalardan çok korktuk. Ne zamana kadar korkacağız peki?


Yavuz Türk: Korkmaya gerek yok! İnsan reddederek yön verebilir hayatına. Ben “baba”yı reddettim, çünkü bir şeyler dikte ederdi hep bana, o olmadan ben kendimi var etmeye, birilerinin diktası olmadan “olmaya” çalıştım. Babamla sorunumun temelinde bu var belki. “Usta”yı reddettim; şiir yazarken, yayımlarken, ölmüş şairler dışında usta bellemedim kimseyi: Biliyorsun, en iyi şair ölü şairdir. Ne zaman şiir ortamlarında bir tahakküm hissettim üstümde, hemen kaçtım oradan. Halbuki ben birilerine yardım etmek için, tamamen samimiyetten oradaydım. Benim gördüğüm; şiir yazmaya yeni başlayan gençler de çok hızlı ve çok olumsuz bir şekilde bu ortamdan etkileniyorlar. Bugün sağda solda gördüğümüz manzara pek de iç açıcı değil, görüyorsun işte. Şairlik, yavşaklıkla şebeklik arasında dolanıp duruyor. Şunu da gönül rahatlığıyla söyleyebilirim; ustadan, babadan korkmaya gerek yok, siktir et onları... Evet, zor olduğunu biliyorum, ama bence başka türlüsü de pek mümkün değil.


Cihat Duman: Kadınlardan bahsederken “hepsinin ağzıydı önsözü” diyorsun ve kadınlarla ilgili çok şey söylüyorsun, “Kadınkent” diye de bir şiirin var… Kadınlardan ne istedik biz Yavuz? Neden çoğu kelimelerimizi onlar işgal etti, bu bir şeyin intikamı mıydı?


Yavuz Türk: Benim, kadınlara karşı duygum şu: Sanki bütün kadınlara birden âşığım. Ben bu dünyaya kadınları sevmek, onları mutlu etmek için gelmişim gibi bir duygu var içimde. Tabii bu biraz işin amiyane tabiri… Kadın figürü benim kafamı çok kurcalıyor yıllardır, yıllardır dediğim aklım ereli; hâlâ çözebilmiş değilim. “Kadın bir nedir?” diye sorarım sık sık. Bunun arayışıdır işte bendeki kadın.


Cihat Duman: Peki, şiirindekini anladık, gerçek hayatta bir arayışın var mı?


Yavuz Türk: Gerçek hayatta böyle bir arayışım yok, olmasını çok isterim ama! Babam ben doğarken ölmüş; bu yüzden belki, annemle birlikte bende kadın imgesi çok güçlü hale gelmiş.

Cihat Duman: Kitabın adı Kumaş, içerikte de kumaş ile ilgili göndermeler var, anladığım kadarıyla “kumaş” derken insanın tenine vurgu yaptın. Kumaş, ayrıca bana sermayenin inşaattan sonraki en güçlü sektörünü anımsattı: tekstil sektörü.


Yavuz Türk: Kitabın adıyla ilgili kısa bir anekdot anlatmak isterim. Ben yıllarca bu kitabın adını “Kadınkent” olarak düşündüm; ama bir süre sonra ben bile bu isimden sıkıldım. Bir gün Hulki Aktunç’la benim “Kadınkent” dosyam üzerine konuşurken, Hulki abi dedi ki; “Murathan Mungan,Kadından Kentler diye bir kitap çıkardı (o sıralar bu kitap yeni çıkmıştı), sen de bu isimle çıkarma, taklit derler.” Biraz bahanesi oldu bu işin. Ben de zaten bu addan biraz da sıkıldığım için, çok sevdiğim halde, adını değiştirmek istedim; ama bunun için öyle oturup kafa patlatmadım: Şiir duygusu nasıl ki kendiliğinden geliyorsa bana, kitabın ismi de kendiliğinden oldu. İşte şiirdeki bu kendiliğindenlik beni çok sarıyor. “Kumaş” diye bir şiirler dizisi yazmaya niyetlendim… Şiirlerin konuları ve başlıkları daha şiirler ortaya çıkmadan önce oluştu bende, yazmayı tasarladıklarımın da birçoğunu yazamadım daha… Yani aslında benim için henüz kapanmış bir dosya değildir Kumaş. “Kumaş” ismini seçmemin iki nedeni daha var: Birincisi; ilk kitabım olduğu için “benim malzemem budur, kumaşım budur” duygusu veriyordu bu ad. Kitapta da kadın ve dokunma imgesi yoğunlukta olduğu için bu ad uygun düştü. Bir de zaten, bugün yaygın olarak yapılan, şiir kitaplarına ilginç isimler verme olayı beni rahatsız etmiştir hep, eskiden bu kadar değildi. Bugün yazılan şiir biraz “reklam” algısıyla yazıldığı için insanlar kitap adlarının ilginç olması yönünde özel bir çaba sarfediyorlar, şairanelik duygusuyla… BenceDivan (Turgut Uyar) çok güzel kitap adıdır aynı zamanda ya da İnsan Arkadaşınındır (Hüseyin Peker) ya da Sevda Sözleri (Cemal Süreya) ya da Eskiden Terzi (Haydar Ergülen)... Artık sıfat tamlamasından ya da kelime oyunlarından oluşan adlar veriliyor kitaplara sırf reklam amaçlı. “Kumaş”ın ikinci sebebi belki de şu: Ben uzun yıllar nakışçılık yaptım nakış makinesi “usta”sıyım... Kumaşla çok haşır neşir oldum, tekstil sektöründe 6-7 yıl çalıştım yani.


Cihat Duman: Az önce de “Karabayırlılık”tan söz açtın. Ben de meslek icabı oradaki suç türlerini ve oranlarını bilirim, eminim “şaşal”ın ne manaya geldiğini, teypçiliğin kimlerce yapıldığını biliyorsundur ve oradaki merdiven altı tekstil atölyelerini de çok iyi bilirim. Bu bağlamda şunu sormak istiyorum: Çokça kullandığın İstanbul ve Bizans gibi kent kavramlarından da yola çıkarak, İstanbul senin için neresidir, nedir?


Yavuz Türk: Doğma büyüme Karabayırlıyım, hep burada yaşadım ve halen burada yaşıyorum: İstanbul bence Karabayır’ın dışıdır. Böyle soluk aldığım yerdir işte.


Cihat Duman: Çok güzel; gelelim senin takip ettiğin güncel şairlere… Kimleri takip edersin? Bu soruyla aslında Türk şiirinden ne beklersin sorusunu da sormuş oluyorum.


Yavuz Türk: Valla, bugün daha çok şiir yazdığım halde, yoğunluklu olarak diğer türleri okumayı tercih ediyorum. Son dönem yazılan şiirler benim pek içimi açmıyor açıkçası… Denedim ama. Özellikle kendi kuşağımın şiirlerini okumaya çalışıyorum. Fakat çok nadir iyi şiire rastlıyorum. Dergi de çıkardığımız için az çok bunu bilebiliyorum. Son 5-10 yıldır benim okuduğum, beğendiğim şairleri sen de az çok biliyorsun. Veysi Erdoğan, Mehmet Erte, Sinan Oruçoğlu, bizim dergi ekibinin şairleri… Aklıma gelmiyor şu anda... Belki birkaç isim daha eklenebilir. Bugün yazılan şiirle ilgili kafamda birtakım meseleler var; şu an söyleyeceğim şeyler, elbette şiir anlamında bazı dostlarımın kalbini kırabilir. Ama onlar benim dostumdur, arkadaşımdır. Bir insan kötü şiir yazıyor diye onla arkadaşlığımı kesecek değilim.


Cihat Duman: Bence senin şiirin Enis Batur’dan çok beslenmiş. İnkâr edecek misin? Seksen kuşağının naifliği, İkinci Yeni’nin dize yapısı, Enis Batur’un kullandığı bazı kelimelerin çokça kullanılması… Bu üç özelliği görüyorum senin şiirinde.


Yavuz Türk: Kimde, bende mi?


Cihat Duman: Evet.


Yavuz Türk: Sen bir okur mantığıyla doğru söylüyor olabilirsin, ama yanılıyorsun bence.


Cihat Duman: Kent, doğu, çöl, kadın, savaş, fetih, tanrı gibi kelimelerden hareketle söylüyorum bunu.


Yavuz Türk: Bu soruya, etkilendiğim şairleri sayıp dökerek, biraz da işi goygoya getirip, “ben şunlardan beslendim aga, ben şu şairleri usta bellerim” diye cevap verebilirim. Önce şu: Bende seksen kuşağının naifliği yok, diye düşünüyorum... Yazdığım şiirin duygusu naif değil, sert bir şiir. Evet, zaman zaman naif gibi görünen şiirler yazmışımdır, ama bu bir kurgunun parçasıdır. Yani kitapta da şimdi sana bir çırpıda sayabileceğim birkaç şiir söylerim, benim de naif olmasını özellikle istediğim…


Cihat Duman: Naifliği ben olumsuz manada söylemedim, bir Haydar Ergülen naifliği şiirde çok şık durabiliyor. Naiflik derken sakın lirik bir naiflik anlama.


Yavuz Türk: Ben naifliği şiirin doğasını öldüren bir şey olarak düşünüyorum. Bence şiirin doğasında öfke vardır; önce öfke… Seni rahatsız eden bir şey, seni dürtükleyen bir şey yoksa şiir yazmaya gerek yok. Burada kastettiğim öfke politik bir öfke değil ama içsel, var oluşsal bir öfke. Ben bu duyguyla oturup yazıyorum elbet, ama ortaya çıkan şeyi belki sen daha iyi görüyorsundur; buna da diyecek sözüm yok.


Cihat Duman: Ama bir Küçük İskender, Can Yücel gibi öfkeli olmak var, bir de Turgut Uyar’ın öfkesi var. Uyar’ınki naif bir öfke değil mi?


Yavuz Türk: Ben Turgut Uyar’ın şiirinin naifliğinin de bir kurmaca olduğunu düşünüyorum… Bak, şöyle söyleyeyim sana; ben kitabın “kumaş” bölümünde çocuksu bazı şiirler yazdım; örneğin “Entari”, “Keten”, “Güney”... Bu şiirlerde benim kullandığım o genel şiirsel ses yok. Bunu naif olsun diye yaptım, öyle kurguladım… Mesela, “Saten” diye bir şiir yazmayı düşündüm, o da erotik bir şiir olacaktı yazılsaydı. Orada da Cemal Süreya tarzı bir şey yapacaktım belki… Katılmadığım bir diğer noktaya gelebilir miyim?


Cihat Duman: Tabii.


Yavuz Türk: İkinci Yeni’nin dize biçimi tespitine katılıyorum, önce bunu söyleyeyim. Ama zaten bu, ahım şahım bir tespit de değil. Bir düşün, 1950’den beri, 60 yıldan bu yana yazılan şiir zaten İkinci Yeni. 80 Kuşağı, deneysel, hepsi hikâye… Sen bile bugün İkinci Yeni tarzında yazıyorsun… İkinci Yeni dediğimiz şey, zaten bugün kullandığımız bütün olanakları kullanan bir şiir; şiir alanında ne yapılabilir, hepsini birden önermiş. Bizim için artık İkinci Yeni bir evrensel küme. İkinci Yeni artık aşılamaz demiyorum, ama ne yapsak İkinci Yeni şiirine dahiliz. Ana temsilcilerini düşün bu akımın. Hepsinden bir şey aldık bugün ve sofistike ettik onları. Misal, Ece Ayhan’ı aldık, “deneysel” dedik…


Cihat Duman: İkinci Yeni konusunu konuşurken hemen ekleyeyim: Bence İkinci Yeni diye bir şey yok. Çünkü Sezai Karakoç, Turgut Uyar, Ece Ayhan, Cemal Süreya ve Edip Cansever arasında üç benzerlik varsa yedi de ayrılık var. Zaten kavramı yoktan yere sahiplenen, üstüne yatan bir İlhan Berk var. Muzaffer İlhan Erdost’un kavramı ortaya çıkarması bile bir olay bence. Biz şimdilerde İkinci Yeni kelimesini kullanarak, edebiyat tarihi adına kolaycılığa kaçıyoruz, temel amaç bir tasnif. İkinci Yeni’yi İkinci Yeni yapan bence Garip’e ekledikleri şey; o da imgenin evrilmesi ve dizenin parçalanması. Yoksa halk söyleyişi devam ediyor, bugüne kadar da geliyor. Ama bir de şu var; günümüzde İkinci Yeni’yi es geçen, hiç etkilenmeyen, bir şair takımı var. Hem de İkinci Yeni’yi kabullenen ve taklit eden güruhtan çok çok fazla bunların sayısı. Benim seni koymaya çalıştığım sınıf oydu. Senin İkinci Yeni’n şu: “şiir, tek hece gibi görünen iki hecedir.” Lirik, pastoral, modern Fransız şiirinin çakma Türk versiyonunda bunu bulamazsın. “üvey kardeşim olur her dil” diyorsun, bu senin İkinci Yeni’ndir.


Yavuz Türk: Aslında söylediklerinde şu anlamda çakışıyoruz; demin de söylediğim gibi, İkinci Yeni, öyle bir imkân açtı ki, bugün hâlâ onun ekmeğini yiyoruz... Şiirin akımlara, adlara bölünmesi acayip rahatsız ediyor beni bir kere. Sen alıntılar yapmadan önce şunu söyleyeyim; benden verdiğin örnek, illa ki benim şiirimle savunduğum düşünceyi orada dillendirmemi gerektirmez. Benim için yazı bir kurgu. Şöyle dedin: “Çünkü Sezai Karakoç, Turgut Uyar, Ece Ayhan, Cemal Süreya ve Edip Cansever arasında üç benzerlik varsa yedi de ayrılık var.” Bence bu tespit çok önemli. Ben de aslında bunu kastediyorum. İkinci Yeni şairleri o kadar çok olanağı kullanarak yazıyorlardı ki, her bir temsilcisi aslında bambaşka tarzlarda, bambaşka şeyler söylüyorlardı; bu anlamıyla zaten dibine kadar deneysel. İkinci Yeni’yi bu yüzden bir kalıp olarak sınıflandıramıyoruz. Elimizde yeterli veri yok ya da çok kaotik.


Cihat Duman: Buna felsefe bulaşmamış deneysellik diyelim.


Yavuz Türk: Dikkat edersen İkinci Yeni’nin bir manifestosu da yoktur, kendinden varlık gibidir. Heidegger mi diyordu bunu? Garip’in manifestosu vardır ama.


Cihat Duman: Bizim hukukta başka derler, şey derler… Unuttum.


Yavuz Türk: Garip’in şairleri kimler? Üç kişi. Say.


Cihat Duman: Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rifat.


Yavuz Türk: Melih Cevdet ve Oktay Rifat sonradan İkinci Yeni’ye dahil oldular.


Cihat Duman: Oldular.


Yavuz Türk: Orhan Veli bir fosseptik çukura düşüp genç yaşta ölmeseydi, o da dahil olacaktı rahmetli. Garip’in var olma sebebi bile İkinci Yeni’nin öncülü olmaktır, o kadar. Bunu söylerken, Garip şairlerini, o dönem yazılan şiirleri aşağılamıyorum kesinlikle. Onlar, bir manifestoyla çıktılar ama İkinci Yeni’nin manifestosu hiç yazılmadı, çünkü imkânları fazlaydı; bir bakıma bu şiirin meselelerini ortaya koyacak bir kurallar silsilesi en baştan sakatlardı zaten İkinci Yeni’yi. Onu söylemeye çalışıyorum. Her yeri birden kuşatan, yok eden, yıkan bir şeydi.


Cihat Duman: Anladım.


Yavuz Türk: Bunu felsefi anlamda postmodernizme benzetebiliriz belki denk düşmesi için. Modernizm her şeyi tanımlar; oysa postmodernizm, tam tersine, bir açıklama getirmez.


Cihat Duman: Postmodernizm demişken hemen bir soru sorayım mı?


Yavuz Türk: Buyur.


Cihat Duman: Son okuduğum kitaptan, Tırnak İçinde Ölüm: Modern Şairle İlgili Kültürel Mitler adlı kitaptan bir alıntı yaptıktan sonra sorumu soracağım. İşte: “Sanatçıların kültürel rol repertuarı değişime uğramıştır: mühendis ve bilimci, dâhinin karşısına rakip olarak dikilmiş, şairin yerini ise profesyonel politikacı, profesyonel yazar ve profesyonel gazeteci almıştır. Şair adeta anakronik bir figüre yabancılaşmış bir yazı şehidi, apolitik bir dandy ya da asosyal bir boheme dönüşmüştür.” (Svetlana Boym) Tam postmodernist bir yaklaşım. Daha başkaları da reklam yararını şairin yerine ikame etmişti. Sen bu konu hakkında ne dersin? Şimdinin İsmet Özel ya da Ataol Behramoğlu’su eskinin Nâzım Hikmet’inden, Necip Fazıl’ından daha mı etkisiz, daha mı değersiz, daha mı niteliklerini kaybetmiş vaziyetteler?


Yavuz Türk: Benim de ilk aklıma gelen şey reklam yazarlığı konusu oldu. Eskiden şair dediğimiz insan evladı genelde filozoftu. Ve iki tane değer verilen sınıf vardı: Şair ve filozof. Kimi zaman iç içe geçtikleri de olmuştu. Eskiden söylem derlerdi buna, şimdi o bile denilmiyor; retorik, hitabet, belagat, adı neyse… Şairler bilirdi bu işi. Platon, ideal devletini filozoflara devretmişti yönetsinler diye.


Cihat Duman: Ama aynı Platon şairleri kovmuştu devletinden.


Yavuz Türk: Evet, şimdi onu söyleyecektim. Platon, şaire yer vermedi devletinde. Çünkü ona göre zaten dünya bir yanılsamaydı; felsefe ise has gerçeğin bilgisini araştırıyordu. Şair ise, zaten bir yanılsama olan bu dünyanın bir kez daha kopyasını çıkarıyordu. Platon ise, “uydurduğu” ideal devletiyle, aslında şairce bir içgüdüyle hareket ettiğinin farkında mıydı? Belki. Şimdiki çağda da haklı gördüğümüz yerler olabilir Platon’u: Bugünün şairleri ekmeğini kazanmak için elindeki yeteneği paraya dönüştürmek zorunda. Bunun da en kolay yolu reklamcılık, metin yazarlığı vs. Sözü elinde bulunduran, dili en iyi kullanan kişi istediği şekilde toplumu manipüle edebiliyor. Şair belki de intikam alıyor insanlardan; şiir okumadıkları için. Postmodernizmle birlikte, kafamız da karışmaya başladı: Sonra sırayla şunlar oldu, bilirsin: Nietzsche Tanrı’yı öldürdü, Foucault özneyi, Derrida ise yazarı. Doğru mu?


Cihat Duman: Doğrudur, Derrida’dır katil.


Yavuz Türk: Bu üç adam modernizmin aslında ne olduğunu bize anlatan kişilerdir. Nietzsche’nin felsefesi ele avuca gelmez. Nietzsche’nin yaşadığı dönem, felsefeyi bütün haline getirme, derleyip toparlama dönemi. En baskın filozof Hegel. Belki, iki dünya savaşının çıkışının nedenidir Hegel. Ama bir yandan da Schopenhauer (Nietzsche’yi en çok etkileyen filozof) gibi güzel bir abimiz var... Malum hikâyeyi bilirsin Hegel’le Schopenhauer arasındaki.


Cihat Duman: Hatırlamak istemiyorum!


Yavuz Türk: Schopenhauer; Nietzsche olmasa çıkmazdı ortaya belki, kaybolur giderdi. Şair nerde? Neyin neresinde? Soruyu tekrar alabilir miyim?


Cihat Duman: Sence, şairin yerine profesyonel yazar mı geldi? Açıkça soruyorum; reklam metni yazarak daha mı çok seviliriz, tanınırız, sektörde tanınıp para yaparak daha mı çok şekil yaparız?


Yavuz Türk: Bu biraz da yaşadığımız çağla ilgili. Şunu düşün: Her çağda şairler olmuş; ama hiçbir zaman bununla ekmek yiyememişler. Şair hep başka işler yapmak zorunda kalmış. Bu anlamıyla part time şairlik yapmış. Uç örnekleri ayrı tutuyorum, divan şairleri mesela. Bugünün kodlarıyla bir cevap arıyorsan, bende bunun karşılığı şu: O yeteneği kullanarak, samimiyeti olmayan işler yapmak beni tiksindiriyor. Reklam yazarlığı da bunlardan biri, metin yazarlığı ya da. Ama buna mecburuz işte. Bir de yukarda benim şiirimle ilgili yaptığın üçüncü tespite dair bir not düşmek istiyorum: Enis Batur’un sıkça kullandığı kelimeleri kullandığımdan dem vurmuşsun. Nedir?


Cihat Duman: Divan, doğu, tanrı, taş, çöl, rahim, zaman, deniz, kan…


Yavuz Türk: Enis Batur benim rahatsız olarak okuduğum bir yazar. Yani, onun yazdıkları konusunda kafamda epey soru vardır: Mesela dünya edebiyatına çok hâkim, çok iyi bir yayıncı aynı zamanda. Yazdıklarını kimi zaman çok elit, çok uçuk, ya da bizim edebiyatımıza denk düşmeyen bir şekilde algılasam da onu okumaktan kendimi alamam… Sen, bence şu anda bendeki bu patolojik rahatsızlığı bildiğin için böyle söylüyorsun. Halbuki Enis Batur’un yazdığı şiirle benim uzaktan yakından alakam yok. Hatta yazdıkları içinde en az okuduklarım şiirleridir. Şiirlerini yeterince öfkeli bulmam onun. Ama belki de senin söylediğin doğrudur.



Ada 
Kış 2011, sayı: 13






[1] Söyleşiye sağladığı teknik destekten dolayı Google Talk’a ve Gökhan Arslan’a teşekkür ederiz.





Utku Özmakas - "Kumaş’ı İkiye Bölmek"

İlginç çerçeve çalışmaları ve edebiyatta yeni bir soluk getirme çabasıyla çıkan Yeniyazı dergisi, üç şairinin şiir kitaplarını yayımladı. Onlardan birisi de Yavuz Türk’ün Kumaş’ı. Türk’ün (1982) ilk kitabı olan Kumaş bize şairin geleneğini dikkatle okuyup hattını seçtiğini belli ediyor; ancak buna karşın kumaşın da defolu olduğu yerler yok değil. Öncelikle gelenekten başlayalım.

Bir Ece Ayhan göndermesiyle başlayan şiirler, yine Ayhan’a bolca gönderme yapılan imge ya da sözcüklerle devam ediyor. Örneğin, ‘kimesne’ sözcüğünün ya da kitabın adına dahi sinmiş olan ‘terzi’ imgesi bize bunu göstermekle kalmıyor; aynı zamanda şairin ana taşıyıcısı olması gereken duygu durumu hakkında da bilgi veriyor. Ne var ki bu bilginin güvenilebilir olduğundan şüpheliyim; çünkü Ece Ayhan’ın şiir anlayışına göndermeler yapan biçem, kitabın birçok yerinde rolünü terk ediyor ve çok daha lirik bir çizgiye kayıyor.

Tanrısal Nitelikler

Şüphesiz bir genç şairin yalnızca bir usta şairi ‘eskitme’si kendine kapanmayla sonuçlanacaktır; ancak Kumaş’ta gelenekle kurulan ilişkinin ana kaynağı olan Ayhan’ın ortaya çıkardığı hava durumundan sıklıkla uzaklaşılıp başka bir pencere açılmaya çalışılıyor. Bunun en somut örneği, kitap boyunca süregiden ‘terzi’ imgesiyle kurulmuş olan “Piç Terzi” şiirinin “bir piçim ben, dövün ve hor görün beni” diye biterken, hemen arkasından gelen “Düşük” şiirinin “önce şuramı sar, düşük yaptığım yerden ora” dizesiyle başlaması. Ret ve dışarı tükürülmüşlük tavrı kendisi bir anda merhamet talebine bırakabilecek kadar hızlı değişiyor. Dahası, bir sonraki şiirin başlığı Türkçe şiir tarihi bakımından hiç de şaşırtıcı değil: “Anne”.

Kumaş’ta gelenekten söz açacaksak şüphesiz ikinci isim Cemal Süreya olmalı. Türk’ün şiirinde kadının libidinal ekonomisi, Süreya’nın şiirindeki kadının konumuna dikkati çekecek bir biçimde benzer. Bu benzerlik kadının bir öteki olarak yaratıcılığı tetiklemesi, annelik, uygarlığın nedeni olmak gibi açılardan kuruluyor. Kadın basit bir biçimde vahşilikle özdeşleştirilmemiştir; ancak vahşi nitelikleri vardır. Ayrıca anneyle kurulan ilişki de düzenli şiir okurunun yakından tanıdığı bir ilişki biçimidir. “Anne” şiirinde açık bir biçimde görüldüğü üzere anne, hem uygarlığın/yazının başlatıcısı (belki de şiire başlamanın nedeni?) hem de tanrısal nitelikleri olan, her zaman geriye dönülebilir bir ev. Bu bakımdan anneye duyulan sevgi yaratıcılığın sıfır noktası konumundadır.

Süreya ile kurulan ilişki yalnızca kadınlarla sınırlı değil elbette. Örneğin, adından da anlaşılabileceği üzere çocukluk ve büyümek üzerine olan “İyi Kötü Büyüyen Ağaçlar” şiirinde “soru: sizin hiç babanız oldu mu?” dizesi, Süreya’nın meşhur “Sizin Hiç Babanız Öldü Mü?” şiirine metinlerarası bir göndermedir. Bunun dışında dize ya da sözcük düzeyinde başka metinlerarası göndermeler de vardır. “Aşağıdan Gelen Sesler” şiirinin “gibi” sözcüğüyle başlaması bunun bir örneğidir.

Gelenek demişken önemsiz gibi görünen ancak kanımca önemli olan bir noktaya işaret etmeye çalışalım: “Picasso, 1918” şiirinde genç ismin yurtdışından entelektüel kaynaklarını açık ettiği yerlere baktığımızda “sen benim ötekim, yansımam, şiirim, aynadaki sır” dediği Apollinaire şiiriyle pek de bir bağlantısı olmaması dikkati çekiyor. Eğer böyle bir bağlantı varsa da bunun şiirlerde kendisi gösterdiğini söylemek kanımca pek de kolay değil.

Farklı Şiir Teknikleri

Kitapta farklı şiir teknikleri kullanılmış. Örneğin, ironiyi şiirin asli silahı haline getiren ve Yeniyazı ekibinden gelen Cihat Duman’a atfedilen “İronik Haziran” şiirinde ironinin başarılı bir biçimde kullanıldığını (özellikle “tanrım maymundan gelmedik di mi?” dizesiyle sona eren bölüme dikkat) görüyoruz. Ne var ki farklı şiir türlerinin kullanılması “Gül”, “Güney”, “Kadınkent”, “Asl ve Suret” gibi kitabın çıkabildiğini gösterdiği düzey bakımından çok aşağıda olan şiirlerin kitapta yer almasına engel olamamış.

Kumaş dağınık bir kitap. Bir yandan “Piç Terzi” gibi Ece Ayhan şiirinin sertliği ve aldırışsızlığından el alan, öte yandan da “şair oldum gül kuruttum” gibi kötü dizeleri de barındıran bir kitap. Şiirin kumaşı kitap boyunca çok sık değişiyor ki, bunun bir genç şair için normal bir durum olduğunu kabul edebiliriz. Yavuz Türk ilk kitabı Kumaş’la bir yol ayrımında duruyor: Ya kendisine ait çok güçlü bir şiiri doğuracak ya da kabul edilmenin parlaklığı altında kendine has olanı feda edecek. Türk’ün daha derli toplu bir biçimde kaleme alacağı ikince kitabını ilgiyle beklememek için bir nedenimiz yok.


Milliyet Sanat
Haziran 2011, sayı: 627

5 Ağustos 2011 Cuma

Ahmet Günbaş - "Şiirden Şiire XX"





“sevgiyle değil sövgüyle büyütülen çocuk ben” (s. 13) dizesiyle belirliyor koordinatlarını Yavuz Türk. Bir bakıma bakış açısı da ona göre şekilleniyor. Yetiştirilme tarzından da anlaşılacağı üzere kumaşı, kesimi farklı bir Piç Terzi o! Daha ileride genel başlık gibi sunduğu “aksak terziler”den!.. Acıyı teyellerken farklılaşmış olmalı. Aynı yerden geçmiyor dikiş izleri. Sevgisizliğin soğuttuğu baba-oğul ilişkisini, “imge: babasının yanağını okşayan bir okul çocuğu” (s. 17) şeklinde doğru yere oturtan sıcaklığı var makasının. Kumaşın son haline bakarsanız, şöyle bir görüntüyle karşılaşırsınız:

“anne, nasıl doğduysam öyleyim: çıplak
bir yanım kitap kokusu, bir yanım mısır tarlaları
hırkayı giyindim eğnime, aldım yükümü çıplak
dağ yıkmalı, kaç kere yanmalı, ben garip kimesne” (s. 15)

Mısırlı, kemençeli, yaylalı özelliğinden onun bir Karadeniz çocuğunu olduğu çıkarsam da “ben garip kimesne” felsefesinin yansıttığı izdüşümünden ruh halini daha iyi okuyabiliyorum. Kendini gül kokusuyla yoğurarak yeni bir dil geliştiriyor. Gül kurutmayı iş ediniyor sabırla. Değil mi ki gülün peşine takılan bir güzelliği var; değil mi ki “ekmeğiydi, sevgisiydi, sevgilisiydi/ yanımda kaldı hep bir gül kokusu” (s. 28) özlemiyle yakıp yandırıyor bizleri; buradan giderek “Okunmayan”ı okunur kılabiliyoruz rahatlıkla.
İşte bu dil sayesinde “bedenin keteni eskittiği” bir sevgiliden söz edebiliyoruz aşk yangınıyla. O yangın sevgilinin ateşiyle “dokununca tene benzer/ dokununca irkiltir erkeği” (s. 22) diyerek farklı bir yere oturtuyoruz ipeğin tanımını.
Yine bu dil sayesindedir ki Picasso’yu konuşturan “Picasso, 1918” şiirinde, “kadınları tanrım, çok sevdim bozdum biçimlerini onların/ benden sonra onları kimse sevmesin istedim” (s. 33) tersinlemesinin egoizmini daha iyi kavrıyoruz. “rengi kendine çalan gül” (s. 31) yolculuğunu anlamak da aynı noktada buluşturuyor bizi. Ama “Ummanca”daki uğultuya bakarsak, dönüştürülen son aşaması uçsuz bucaksız sularla açıklar kendini. Hoş, ben de “Ada” adlı şiirimde ‘Okyanusça’dan söz etmiştim. Demek ki şiirin kardeşliği suyun kardeşli denli doğal! Sözcükleri “annece, aşkça köpürtmek”, kestirmeden “Ummanca”ya gitmenizi sağlar. Şiire, aşka ve ölüme inanan Ritsos’un koşutluğunda sonsuzluk arayışıdır Türk’teki de:

“bir dil oluyoruz yavaş yavaş   
nehrin romantiği sensin tek
ne kadar kalabalıksak da
bir başına akacaksın kıyıda
birkaç sözün var bana:
bir anneni
bir anneni
ummanca…” (s. 37)

Şiirin yuvarlandığı felsefi alanda, “ben bir garip kimesne”ye yakışır, güler yüzlü bir üslupla kaleme alınan, insan naturasına özgü ironik sorgulamalar var. Kadınlar toprağını başat alan “tanrısını sırtında taşıyan bir kul”’un (s. 40) senlibenli hali, sorgulamada sınır tanımıyor:

“de ki, Cermen, slav, zenci ayırt etmiyorum     
kadınlar bambaşka bir varlık sanki
bir ona bak, bir bana; anla yani!
tanrım, maymundan gelmedik di mi?” (s. 39)

Yapıtın Kent ve Doğu bölümünde ise sorgulama ‘şiir’ derinliğinde sürüyor. “dilin senin ne güzel bir dildi/ uzuuuun eliflerle kuşatırdı lirik sesimi” (s. 48) hayranlığıyla belirtilen Divan’la divane bir gezinti Ortadoğu’ya, Arabistan çöllerine uzanıyor. Çünkü “çoktandır geçmediğin bu han yıkılıyor/ şimdi ağla ve uyu yeniden” (s. 46) dizeleriyle özetlenen aymazlık içindedir şair. Utancıyla yüzleşir adeta.

Eğer şiirin köklerine ilişkin sepetinize bir şeyler koymak isterseniz, hiç durmayın, “Eski Şiir”in rüzgârına sorun soracağınızı! Zaten orada sizin yerinize sorulmuş sorular var:

“şiir nedir, ey esrik yolcu kederlen
durmadan devinen nedir tam şuramızda
zaman mıdır, ışık mıdır, aşk mıdır” (s. 52)

Üstelik “Şiir nedir?”e yanıt ararken, dipnotlardaki şiir dili soruların boyunu aşmış durumda. “yokluğu gece, varlığı bir ırmak imgesi” (s. 55) olan taşkınlığın köpüklerinden fırlayan dipnotların her biri şiiri tümlemeye eğilimli. Örneğin bu son dizeye bağlı kalarak “şehirlerin en güzel yeri/ neden mezarlıklardır?” (s. 55) diye sorduğunuzda, eminim ki şiirin de işlevi konusunda bir şeyler kulağınıza çalınır. Şimdi ben kalkıp, “Şiir, insanın tortusudur,” desem aynı kapıya çıkmış olurum şairiyle. Belki bundandır esrik yolcunun kederlenmesi!.. Mezarlıklardan başlayarak kentleri anlama! Bir başka deyişle, izlerinden giderek insanı ele geçirmek!.. Kaldı ki aşk arayışıyla eşitlenen bu arayış, “Asl ve Suret”te Leyla’dan geçmenin halleriyle verilir. Aşk, bir varoluş nedeni ya da yaşamsalın içini doldurandır. Suskun çöl aynasında gizli çanları konuşturarak okunur geçmiş zamanın dili:

“çölde,
mecnun oldum
suretim yoktu…
kays kayboldu kumda 
leyla’yı aradı durdu
leyla diye biri yoktu! “ (s. 59)

Leyla’ya ilişkin aldanışlar yeni değil kuşkusuz. Ancak o derin yalnızlıkta bir kum tanesiyle bile konuşmaya değer. Kumdan kuma iletişim sonucu hem çölün dili çıkar ortaya, hem de Leyla’nın izleri. Aldanışlar ne denli eski olursa olsun, şiirin kazdığı her zaman yenidir. Yeni olanın formülü de belki şu dizede gizlidir:

“aşk zamanın başlangıcıdır, tarihin, yazının” (s. 56)

Ha, ne dersiniz? Piç Terzi’nin Kumaş’ında böyle bir parıltı var!



Mühür
Mayıs-Haziran 2011, sayı: 35

Eskiden, yani şiire çok saf duygularla yaklaştığım zamanlar…

Söyleşi: Gökhan Arslan



— Yavuz, kitabının adıyla başlayalım istersen. ‘Kumaş’ olarak seçtiğin isim sanırım biraz da şiirin hamuru/mayası gibi bir şeyi temsil ediyor. Hani derler ya ‘bu şairin mayası iyi, kumaşı iyi’ diye… Peki, bu kumaş hangi kumaş? Yani sen hangi kumaşı kullanmayı tercih ettin?

Şairler genelde yazdıkları kitaba, orijinal, diğerlerinden farklı ve özellikle de şiirsel adlar koymaya çalışırlar. Hele ki bu adlar sıfat ve isim tamlamalarından ibaretse, bence daha da dayanılmaz oluyor. Bir kitaba ad koymak kimi zaman zannedildiğinden de kolay olur. Ya da biraz tersinden de okursak bunu; eskilerin deyişiyle “şairaneliğe” soyunan bir ad olmaktan uzaklaşıp aynı zamanda kitaba cuk diye oturan bir isim bulmak zorlaşabilir de. Bazı kitaplar ve şiirler adıyla birlikte gelir, o ayrı. ‘Kumaş’ adı bu kitabın tamamlanmasına yakın bir zamanda ortaya çıktı ve açıkçası üzerine çok da fazla düşünmeden yerini buldu. Şöyle: Bu zamana kadar, bu dosyanın adını “Kadınkent” olarak düşünmüştüm. Sonra sonra, birkaç nedenden bu addan uzaklaştım. Birincisi; “Kadınkent”, yıllardır düşündüğüm bir ad olduğu için ve kafamda da uzun zamandır var olduğundan ben bile bu addan sıkılmaya başladım. İkincisi, az önce söylediğim nedenden dolayı kitabın ismi -çok fazla olmasa da- bir miktar “şairane” gelmeye başladı bana. En sonunda da, bir süre önce bu adı çağrıştıran bir kitap çıkmıştı. Kumaş’ın hikâyesine gelecek olursak; bu başlık altında birtakım şiirler yazmaya başlamıştım; “Keten”, “Kadife”, “İpek”, “Entari” gibi. “Kumaş”, kitabın bölümlerinden biri olacaktı. Ancak sonradan “Kumaş”ın aynı zamanda çok güzel bir kitap adı olabileceğini düşündüm. Bir kere sadeydi, aynı şekilde bu benim ilk kitabım olduğu için -senin de söylediğin gibi- “benim de malzemem budur” duygusunu rahatlıkla verebilirdi. Ben kitabı yazdım ve çekildim, sezdirdiği anlama rağmen, söylemek istediğim “benim kumaşım iyidir” ifadesi değil. Elbette “eser sahibi” olarak içten içe böyle düşünsem de… Bu kumaşın nasıl bir kumaş olduğuna zaman karar verecek; ama % 100 pamuk olması benim tercihimdir. Ben pamuklu kumaşları seviyorum.


— Şiirlerinde yoğun bir şekilde ‘kambur’ ve ‘piç’ kavramları geçiyor. Bu da ister istemez İsa peygamberi çağrıştırıyor. Şair olmakla İsa olmak arasında nasıl bir bağlantı var sence?

Hiç bu gözle bakmamıştım. Yazdığım şiirin ne’liğine dair benim de aklımda bir şeyler var, ama kendi şiirime yabancılaşarak uzaktan bakmam zor gibi görünüyor, şimdilik. Kaldı ki, benim düşüncem şu yönde meyleder: Edebiyat alanı için söyleyecek olursak, bir şairin yazdığı şiir, bir öykücünün de yazdığı öykünün doğasına dair kafasında billurlaşmış bir fikir olduğunu düşünmüyorum. Bana, yazdığım şiirin doğası önceden “verilseydi”, herhalde bu şiirleri yazmak yerine kendi kendime üzerine düşünerek vakit geçirirdim. Oturup böyle şiirler yazma ihtiyacı hissetmezdim. Bir şairin yazdığı şiirin ne olduğunu tam olarak bilebilmesi ve anlatabilmesi bana sakat bir duygu gibi geliyor kısacası. Şimdi bakınca küçük birkaç yorumda bulunabilirim belki: Kambur ve piç kavramları aslında birbiriyle yakından ilişkili. Bu iki kavram birbirinin ardılı görüntüsü bırakıyor bende. Bir de bu iki “sıfat” da genel olarak erkekler için kullanılır. Bir diğer ortak özellik ise, her ikisinin de toplumun gözünde reddedilmiş, yok sayılmış, horlanmış kişiler olmaları ve bu sıfatları “doğuştan” kazanmaları; biri genetik, diğeri toplumsal. Kendimi piç gibi gördüğüm ise, evet, çoğu zaman doğrudur. Hayır, kambur da değilim. Ama sık sık kendimi piç ve kambur gibi hissettiğim olmuştur. Benim sakatlığım da ruhumda demek ki…

Şair olmak ve/veya İsa olmak arasında, üzerine düşündüğümüzde pek çok bağlantı bulabiliriz. Ama burada, şairliği yüceltecek, peygamber seviyesine getirecek değilim. Eskiden olsa bunu yapardım; eskiden, yani şiire çok saf duygularla yaklaştığım zamanlar. Şairleri tanıdıkça, bendeki o saflık da yok olmaya başladı yavaş yavaş. Şair dediğimiz kişinin peygamberden sonra gelen kişi olduğunu düşünürdüm. Bu biraz da şiir yazarkenki duygumdan kaynaklanıyor. Hiçbir zaman “şiir yazacağım” diye masaya oturmadım; şiir bana bir şekilde “geldi”. Gelen şiiri yazarken sadece bir aracı olduğumu düşündüm hep. Şairliğin asıl mayasının isyan olduğunu düşünüyorum. Beni sarsan böyle bir şiir, dolayısıyla okumayı ve yazmayı tercih ettiğim de öfkeli, karamsar, isyan eden şiirler. Bütün bunları anlattıktan sonra, İsa peygamberin söylediği “sana tokat atana diğer yanağını dön” sözü çok kabullenmeci geliyor bana. Bir yandan şöyle düşünebiliriz bunu: Gündelik hayatta hiçbirimiz -en azından ben- yazdığımız şiirdeki gibi öfkeli, asi, karamsar değiliz. Gündelik hayatta şairin durumu sanırım İsa peygambere benziyor: Sesini çıkaramayan, sinik, pısırık veya yüce duygularla da anlatabiliriz bunu; kendi halinde, diğerkam, mütevazı vb. Şair şiir yazarak İsa’yı tersyüz ediyor belki de; onu asi yapıyor ve böylece kendini de tersyüz etmiş oluyor.

— Babayla hesaplaşma şiirlerinin neredeyse tamamını işgal ediyor. Buna karşılık anneye bir oğul dahi olamadığını belirtiyorsun. Şiirle uğraşanların genel sorunu mudur babayla sürtüşmek? Yoksa bu şairin hiçbir iktidarla uyuşamamasından mı kaynaklanıyor?

Bugün artık şairin iktidarla uyuşmazlığı, yalnızca yazdığı şiirden ibaret. Yoksa, eylemlerine yansıyan bir uyuşmazlık yok. Bugünkü şairin durumunda -politik anlamda söylüyorum bunu- iktidara karşı olmak, dost sohbetlerinde ya da karşılıklı konuşmalarda yapılan gevezelikten ibaret, entelektüel bir yanı yok yani. Oysa eskiden, edebiyatçılar aynı zamanda sıkı birer aktivistlermiş. Bugünkü aktivistlik şu: Facebook’ta bir grup kurmak ve insanları o gruba davet etmek. Farkındaysan biraz gürültüye getiriyorum aslında sorduğun soruyu; çünkü “baba” meselesi hâlâ aşabildiğim bir mesele değil. Baba meselesine dair aklımda belirgin cevaplar olmadığı için ben de mümkün olduğunca geçiştirmeye çalışıyorum. Şiirde yaptığım şey bir nevi hesaplaşmadır belki. Bence daha çok demin söylediğim şeyle bağlantılı: Gündelik hayatta söyleyemediklerimi, bu yolla söylüyorum. Yoksa, bir oğlun babayla hesaplaşabileceğini düşünmüyorum. Tersinden de söyleyebiliriz şu cümleyi: “Babamın üzerinde çok hakkım vardır.” O hakları, kendi kurduğumuz dünyada kavga dövüş edinmeye çalışıyoruz.

— Kitapta ağırlıklı olarak kadınlara da sığınıyorsun. Hatta kitabın bir şiirine ‘kadınkent’ adını vererek bunu da vurguluyorsun. Bu kadınlar bir trajediyi mi işaret ediyor; yoksa bu, bir mutluluk belirtisi mi?

Kadın; sarıp sarmalayan, babanın tersi, annenin ise yansıması. Bendeki kadın duygusu bir kişiye yönelmiş bir duygu değil. Daha yukarda, pek çok şeyi aşan ve kendi içinde mırıldanan bir duygu. Bugünlerde, kitaba biraz da dışardan bakmaya başlayınca; bundan sonra yazacağım şiirlerin şu başlıklar altında toplanabileceği hissi uyanıyor bende: Kadın, Doğu, İstanbul, baba, insan, mit vb. Bendeki “kadın” duygusu, trajedinin içinde doğup ordan mutluluğa meyletmeye çalışıyor. “Hayatıma gir(e)meyen kadınlar” benim için bir trajedi olabilir. Ya da kadınlar, insanın trajediden mutluluğa -tersi de doğru- hızla adım atmasına neden olabilir. İkisi arasındaki en hızlı geçişkenliği sağlayabilen tek varlık kadın.

— Şiirlerinin gelenekle de yakın bir ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Kitaba ‘mukaddime’ ile başlaman, sonrasındaysa ‘divan’lara girmen sanırım gelenekten beslenmenin bir göstergesi. Bu noktada şunu sormak istiyorum; sence şiirin gelenekle ilişkisi nasıl olmalı?

“Gelenekten beslenmek” ifadesi beni acayip rahatsız ediyor. Edebiyatla uğraşan kişi ne yaparsa yapsın bu anlamıyla elbette “gelenekten beslenecektir”. Bir edebiyatçı, ilk olarak neden yazmaya karar verir ve “nasıl” yazar? Öncelikle bir edebiyat okurudur ve yaptığı okumaların neticesinde kendisi de oturup bir şeyler karalamaya karar verir. İlk yazdığı metinler de ister istemez en çok okuduğu ve beğendiği yazarın/şairin üslubuna benzeyecektir. Ama şair, sonra sonra kendi yazdıklarını ve çağdaşlarının yazdıklarını daha iyi analiz etmeye başlayınca bu zamana kadar ne yazıldığını da aklının bir köşesinde tutarak, “söylenmemiş” sözler etmeye girişecektir. Burada da şairin üslubu ortaya çıkmaya başlar. Yaptığım bu gevezelik, aslında benim rahatsızlığım. Sormak istediğin şeyi başka yere çevirmeye çalışıyorum belki de. Ama senin sorduğun şekliyle cevaplayacak olursam, eski kelimeleri kullanmak, divan şairlerine göndermeler yapmak, mitlerden ve efsanelerden veya kutsal metinlerden yararlanarak yazmak bugün “gelenekten beslenmek” kalıbı içine alınıp bir güzel tanımlanmış. Hepimizin bildiği gibi diğer yanda da, daha uçuk kaçık, fütürist, görsel malzemeden faydalanan, interneti, google’ı, bilgisayarı şiirin içine katan veya denemeler yoluyla şiirin duygusundan çok biçimine kafa yoran bir şiir var. Şimdilik buna da “avangard” diyelim. Bizim genel şiir anlayışımızda, zihnimizdeki kalıplar nedeniyle ya birine ya da ötekine ait olmak gerektiği gibi bir anlam çıkıyor. Bana soracak olursan, geleneksel üslubu kullanarak da biçimci bir şiir yazılabilir. İkisi arasında sürekli bir geçişkenlik olduğunu düşünüyorum. Çünkü has şiir yazmaya çalışan herkes bence bir şeyi “deniyor”dur aynı zamanda. Bu bakımdan deneyselcidir. Öztürkçe değil de Arapça ya da Farsça kökenli kelimeleri şiirimde kullanıyorum, kutsal metinlerden faydalanıyorum veya kimi zaman divan edebiyatının nazım biçimlerini kullanıyorum diye birden gelenekçi olabilirim. Şiirin gelenek dediğimiz birikimle ilişkisi maalesef hep vardır ve olacaktır. Bugün şiir yazarken “geleneği reddediyorum” argümanıyla yola çıkanlar da bir gün geleneğe dönüşeceklerdir.

— Biçim oyunlarına fazla girmiyorsun. Belki bir tek “Eski Şiir”de buna dair bir algıdan söz edilebilir. Son zamanlarda hayli revaçta olan biçimci/deneysel şiire kendini ne kadar yakın hissediyorsun?

Biçimci/deneysel şiiri çok severim. Ben de bir şeyler denemiştim bir ara, ama beceremedim. Bendeki, anlamı önceleyen bir şiir duygusu olduğu için; deneysel bir şey yaparken, anlamı ıskalarsam diye korktuğum için, bu işe girişmekten de çekiniyorum. İyi örnekleri yapılabilir; çünkü biçim dediğimiz, aslında üslupla başa baş giden bir şeydir.

— Ve son bir soru; kitabın girişinde “erkekler ağlarken çirkin olur kadınlar güzel” diyorsun. Erkek olmak bir ezikliği mi temsil ediyor sence?

Erkeklik üzerine burada anlatamayacağım kadar çok şey söyleyebilirim. Özellikle, senin de vurguladığın gibi “ezikliği” konusunda. Kadın olmak, tarih boyunca bir ölçüye vurulmuş, kadınlar hep bir şeyleri kazanmış; haklarını, kadınlıklarını, hatta erkekleri… Ataerkil bir söylemi savunduğum anlaşılmasın bundan. “Erkek eziktir” diyelim ve bitirelim.


Akköy
Ocak-Şubat 2011, sayı: 64

12 Ocak 2011 Çarşamba

"DİYALOJİK OKUMA" - KUMAŞ

Bâki Asiltürk - Şeref Bilsel


GENÇ KİTAPLAR ÜZERİNE-I


Bâki Asiltürk: Bundan birkaç yıl önce, bazı yayınevlerinin artık şiir kitabı basmayacağını ilan etmesi, dağıtımcıların şiir kitabı dağıtmaya yanaşmaması, “şiirin raf ömrü” tartışmasına yol açmıştı. Bu tartışmada her ne kadar “ne yapılabilir?” sorusu baş köşede olsa da galiba bir süre “hiçbir şey yapılamaz” gibi umutsuz bir durum da yaşanmadı değil. Bu arada YKY, Everest, Metis, Sel, Kanguru gibi bilinen bazı yayınevleri şiir kitabı yayımlamaya ara vermedi ama birdenbire tuhaf bir şey oldu ve şiir dokuz canlılığını (Cemal Süreya mıydı bunu söyleyen?) bir kez daha kanıtladı. Sadece şiir kitabı ya da ağırlıklı olarak şiir kitabı basan yayınevleri ortaya çıktı: Yasakmeyve, Mühür, Hayâl, Artshop, Kırmızı, Profil, Pan/Heves vd. Şu anda hemen aklıma geliverenler bunlar ve bunlara başkaları da eklenebilir kuşkusuz, tek tek saymaya gerek yok. Önemli olan, böyle bir durumun ortaya çıkmış olması. Hiç kuşkusuz, şiir adına sevindirici bir gelişme bu. Her ne kadar bazı yayınevlerinin bastığı şiir kitapları iyi dağıtılmıyorsa da… Yeni senenin şiir yıllığını hazırlarken, bu gelişmelerin de etkisiyle, diyalojik okumaların bazılarını ‘genç kitap’lara ayırma fikri uyandı bende. Asıl neden, sanırım, şu: Epeyce bir gençlik birikmesi oldu şiirde ve bunun eli yüzü düzgün bir şekilde değerlendirilmesi gerekiyor. Yıllıktaki künyelerde de görülecek, bu kitapların bazılarıyla ilgili olarak dergilerde ve gazetelerin kitap eklerinde yazılar yayımlandı ama bunların büyük bir çoğunluğunun “tanıtma” sınırını aştığını söylemek zor.

Şeref Bilsel: Şiirin mi var derdin var! Kitap tanıtımından, eleştirisinden çok röportaj yayımlanıyor galiba. İleride şair/ yazar röportajlardan hareketle yıllıklar yayımlanırsa şaşırmamak gerekir! Her şeyin paraya tahvil edildiği bir ortamda tecime uygun olmayan şiire, ne yazık ki yayınevleri de ilgi göstermiyor. Adlarını sıraladığın kimi yayınevlerinin özverili çabaları olmazsa yaprak kıpırdamayacaktı. Bu yayınevlerine -bazıları birkaç kitapla kendini bağlamış olsa da- Ebabil, Dize/Etki, Sel, Kaknüs, Mayıs, Digraf/Şiirden, İkaros, Karşı, Yitik Ülke’yi de eklemek gerekir. Çeviri kitaplar bağlamında Can Yayınlarını da…

Bâki Asiltürk: Haklısın… Ben daha çok, genç şiiri düşünerek sıralamıştım o yayınevlerini, doğal olarak başkaları da eklenebilir… Gönül ister ki, doğru dürüst şiir kitabı basan ve bunları da doğru dürüst dağıtan yayınevlerinin sayısı artsın

Şeref Bilsel: Bir de sayıları hiç de azımsanmayacak, bir yayınevinin künyesinden azade ‘kendi yayını’ olarak çıkan kitaplar var. Anadolu’dan gelen kitapların önemli bir kısmı ‘yayıncı’ bakımından bu vaziyette. Sonuçta şiir akacak yeri buluyor; sanki bir noktadan sonra şairine de tahammül edemiyor, kabarıyor ve ayrılıyor yatağından.

Bâki Asiltürk: “Kendi yayını”, önemli bir nokta. Olmamalı ama maalesef öyle! Şiir tarihimize bakıldığında da bu tarihe adını parıltılı harflerle yazdırmış yahut gölgede kalsa da iyi şiirlere imza atmış pek çok şairin ilk kitabını kendisinin yayımladığını, bazen de arkadaşlarıyla ortak kurduğu yayınevinde bastırdığını görebiliyoruz. Doğal karşılamak gerekir bunu. Kendi ateşini içinde taşıyan bir şeydir şiir biraz da…

Şeref Bilsel: “Genç şairin bitmemiş şiiri azdır.” diyordu Mayakovski. Şiirde ‘bitmemişlik duygusu’, daha ileri yaşlarda ortaya çıkıyor sanki. Son yıllarda çıkan kitapların büyük bir bölümü gençlere ait. Senin “gençlik birikmesi” dediğin şeye katılıyorum. Bu genel olarak hem şiirimizin havzası için geçerli hem de şairlerin taşıdıkları biyolojik yaş itibariyle… Gençler direniyor, ısrar ediyor, asılıyor şiire.Anlaşılan o ki, şiir de gençliği seviyor. ‘Genc’ (f.
 i.) hazine, define. İşin içinde yaşı otuzu bulmadan yaşlanan pek çok şair de var.

Bâki Asiltürk: Belki de gençler olmasa heyecan da kalmayacak. Cihan Oğuz’un şiire dair notlarında dikkatimi çekmişti yıl içinde; yaşlı şairlerin heyecanlarını tamamen yitirdiğini söylüyordu. Emeklilikle beraber şiirlerini de emekliye ayırdıklarını duyumsatmak istiyordu belki. Biraz da insafla… Çünkü bana kalırsa pek çok orta yaşlı şair de heyecanını kaybetmiş, kendini imgeden emeli etmiş durumda bugün! Lafı fazla uzatmadan kitaplara geçelim diyorum. Genç kitaplarda ne buluyoruz, ne bulamıyoruz? Genç kitapların eksiği fazlası nedir? Yeterli coşku, gerilim, heyecan, donanım göze çarpıyor mu bunlarda? Şiir bilgisine ilişkin neler bulabiliyoruz bu kitaplarda? Daha da önemlisi, şiire yeni bilgiler getirebiliyorlar mı? vs. vs. Bir yerden yola çıkacağız kuşkusuz… Yavuz Türk’ün Kumaş’ı mesela bu kitaplar içinde, şairinin sahip olduğu şiir kumaşının iyi cins olduğunu duyumsatıyor. Yavuz Türk aynı zamanda dergicilik disiplinine de sahip bir isim, bir grup arkadaşıyla beraber Yeniyazı’yı çıkarıyor. Kitap da bu yayınevinden çıktı. Onun şiirlerini, kitaplaşmadan önce de dergilerden biliyoruz. Tabii, kitap bütünlüğü içinde görmek başka bir şey. Kumaş’ta benim ilk dikkatimi çeken, biçimsellik ve ritm oldu. Şiirlerin çoğu dörtlük, üçlük, ikilik gibi sabit birimlerle ve uzunluk bakımından birbirine yakın dizelerle kurulmuş. Yani “gizli hece” diyebileceğimiz bir durum da söz konusu sanki. Bu, ister istemez, şiirde ritmin gözetildiğini düşündürüyor. Klasiği duyumsatan bu görünüşe karşın içerikte farklı bir durumla karşılaşıyor okur; biçimsel alışılmış ritmin paradoksal tamamlayanı olarak içerikte aykırı söyleyişler, gerilimli ifadeler dikkat çekiyor, “benim işte o, aşırılıklar prensi, kör kalem ben”, “mahallenin iti, evvel ve ahir zaman cücesi”, “sevgiyle değil, sövgüyle büyütülen çocuk ben”. İnsan ister istemez Baudelaire’i, Can Yücel’i, küçük İskender’i bir arada düşünüyor.

Şeref Bilsel: Cihan Oğuz’un yazılarını okuyorum Akatalpa’da. Dobra yazılar! Şairlerle hesap kitap işini düşünmeden, kafa kol muhabbetine ehemmiyet vermeden, gördüklerini açık yüreklilikle ‘gösterdiği’ samimi yazılar. Bahsettiğin yazıda da sonuna kadar haklı. Evet, Yavuz Türk (d. 1982, İstanbul) diyorduk galiba, ilk kitabına Kumaş adını uygun bulmuş. İlk duyduğumda yadırgamadım desem yalan olur; fakat zamanla kulağa yerleşen bir isim olduğunu, iddiasızlığının altında bir derinlik, masumiyet, doğuş ânı taşıdığını fark ettim. Gözünü sevdiğim “ş” sesi, 38 yıldır başımda bekliyor! Bir de, bir kumaş ilk metresinden bellidir derler. Bu bakımdan da manidar bir isim… Senin yukarıya alıntıladığın dizeler, bence kitabın en iyi şiirlerinden biri olan, “Piç Terzi”den. “Keten, İpek, Entari” başlıklarını taşıyan şiirleri de var. Bahsettiğimiz şiir, kitapta yer alan pek çok şiirde olduğu gibi “ben” üzerine kurulu bir şiir. Bir taraftan riskli, diğer taraftan imkânlı bir durum bu. Riskli çünkü, şiirin ucu (toplu olarak okura vardığı yer) açıkta kalmıyor; “ben”le mühürleniyor, kendi hikâyenizi söküp alıyor sizden bu ben. İmkânlı çünkü, bildiğiniz bir dünyadan, bir gövdeden, bir yaşamışlıktan geliyorsunuz.

Bâki Asiltürk: “Yaşamışlık” belirlemeni önemli bulduğumu söylemeliyim. Bugün, 1980 Kuşağı’nın bazı şairlerinde ve onların süreği olan bazı gençlerde ne yazık ki hayattan kopukluk had safhada. Usta denebilecek isimlerde neyse de gençler nasıl böyle kitabî bir şiire gönül indirir, bunu hiçbir zaman anlayamamışımdır. Gençlik demek heyecan demek, coşku demek, gerilim demektir. Gençlik, hayat demektir! Genç şairin öncelikle “ben”den yola çıkması beklenir. O “ben” şairi nereye götürecekse sonra şekillenir o. Yavuz’da yer yer başkasının sesiyle, mesela Ece Ayhan’ın sesiyle (“Piç Terzinin Dediği” veya “Divana Giriş”te bu durum had safhada) veya Cemal Süreya’nın sesiyle (“Kadınkent” şiiri) konuşma kusuru da göze çarpıyor ama hangimiz ilk şiirlerimizde başkalarının sesini bulaştırmadık ki kendi sesimize? Doğu’ya bakarken, ki genellikle öyle yapıyor, başka şairlerle buluşurken “ben”ini koruma çabası önemli yavuz Türk’te.

Şeref Bilsel: Yavuz demin konuştuğumuz “Piç Terzi”de yaşanmışlıktan yola çıkarak “ben”in yerine “insan”ı ikame etmiş. “Babası yok sülalesinin baş piçi” ya da “tanrım, beni neden yalnız bıraktın, diyen ben” vb. İlk dizeyle Âdem’e, ikinci dizeyle İsa’ya telmihte bulunuyor. Şiirlerinde kendini en çok belli eden sanat da telmih.

Bâki Asiltürk: İyi söyledin bunu. 2000’lerin başlarında yazdığım bir yazıda, genç şiirde söz sanatlarının ne şekilde kullanıldığından ya da başka bir ifadeyle, günümüz şiirinde söz sanatlarının nasıl tezahür ettiğinden bahsetmiştim. Belki, sekiz-on kitaba birden bakılarak böyle bir makale tekrardan yazılmalı… Neyse, dağıtmayayım…

Şeref Bilsel: Bu telmihlerle Yavuz Türk, bizi, geçmişteki bilinen bir olaya gönderiyor; onun üzerinden şimdiki zamanı söz sahibi kılıyor. Baudelaire’i, Can Yücel’i, küçük İskender’i bir arada düşündürüyor, diyorsun. Bence Yavuz, bu isimlere nazaran daha “aklı başında”.

Bâki Asiltürk: “Aklı başında” derken?...

Şeref Bilsel: Bu isimlerde daha çok sezgi egemen; verili gerçekliği yıkıp yeniden inşa ediyorlar. Yavuz’un bir ayağı sürekli yerde; uçmuyor, ama uçmanın bilgisini taşıyor. Mesela “Picasso, 1918” adlı şiiri, biyografik bilgileri köşe edinmiş bir şiir. Picasso üzerine yazılabilecek en güzel şiirlerden biri. Aynı zamanda şairin bir çılgınlık yapması için en uygun şiiri belki; fakat yapmıyor. Anlatıyor, bilgi veriyor. Durduruyor okuru. Soru şu: Picasso mu Yavuz’un şiirine bir şey katıyor; Yavuz mu Picasso’nun hayatına bir şey katmak için uğraşıyor?

Bâki Asiltürk: Zaten, göndermede bulunduğu metne ya da resme, filme, şarkıya neyse, yeni bir hayatiyet kazandırmayan metinlerarasılığın sadece bir oyun olduğunu düşünürüm. Kendi metnine derinlik kattığı kadar, okuru nereye gönderiyorsa onu da yeniden yaşama alanına taşıma gücünde olmalı bu tür ilişkiler. Yavuz’un, bu anlamda, “Picasso, 1918” şiirini önemsediğimi söylemeliyim. Güzel bir harman var bu şiirde. Bir yanda savaştan yaralı dönen başı sargılı Apollinaire, bir yanda kadınlara düşkünlüğüyle kendini harap eden olağanüstü Picasso, bir yanda da onlara günümüzden bakan, uzaktan ve yakından bakan şairin kendisi. Bu harmanlamayı başarılı bulmamın nedeni, sanırım, şiirin “sahicilik” duygusu vermesi bana.

Şeref Bilsel: Bunu düşünmek lazım. Picasso, modern bir mazmun gibi ele alınabilir; fakat biz bir şiirden Picasso’nun hayatını bize vermesini mi beklemeliyiz, yoksa daha başka şeyler mi? Mesela Picasso’ya dair bildiklerimizi yıkan, onu farklı mekânlara ve insanlara taşıyan bir şiir kurulmuş olsaydı nasıl olurdu? Biyografik belgelerin ağırlığını taşıyan şiir, bu belgelerden haberdar bir okurun önünde kolay kolay kanatlanamaz. Bunu demeye çalışıyorum. Bütün bunlar ortada olanın şiiriyetini sakatlamıyor elbet. Kitabın en özgün şiirlerinden biri de “Eski Şiir”. Dip okumalarla yürüyen sıkı bir şiir. Ben olsam dipnotları yerinde tutar ama rakamları kullanmazdım; arayan bulsun! Daha çok Doğu’yu ele veren eski kelimelerin yoğunluğu da şiirinin özelliklerinden biri: tavaf, yedi askı, İbrahim, çün, kays, Mecnûn, Leylâ, fetih… buradan çıkarak da bir okuma yapılabilir. Bizi doğu’ya götüren değil de bize doğu’yu gösteren bir şiir demek daha doğru olur belki.

Bâki Asiltürk: Bu tip arkaik sözcükler için, “metinlerarasılık” konusunda ne düşünüyorsam aynı şeyi düşünüyorum. 2000’lerin başlarında bazı şairler arasında moda olmuştu bir ara böylesi arkaik sözcüklerle yazmak. İnsan, dedesinin dedesiyle falan konuştuğunu zannediyordu o şiirleri okurken. Hadi, “konuşma” olsa neyse, o da yoktu hatta, daha çok kitabîlikle yürümeye çalışan ve böyle olunca da sık sık topallayan şiirlerdi. Şimdilerde azaldı bu, belki azaldı yerine gerçek kimliğine kavuştu demen lazım, yapaylıktan uzaklaşıldı, doğala dönüldü. Yavuz’da biraz farklı bir durum var, Yavuz bunları birer kültür taşıyıcısı olarak görüyor, zamansal bağlantıları gözeterek de kullanıyor. Şiiri onlara emanet etmiyor. “Ortadoğu” şiirinde bu dil karşılaştırmasını da yapıyor. Bu şiirde, derdini anlatırken biraz didaktizme düştüğünü de söylemem lazım. Şunu mutlaka vurgulayarak: Yavuz, arkaik sözcükleri, ölü kültürler mezarlığında dolaşma amaçlı kullanmıyor, onların kültürlerin ölü yanlarının sözcükleri olduğunu biliyor. Orayı kaşıyor sanki… Ya da, bana öyle geliyor…

Şeref Bilsel: Bir başka unsur: İroni. “Alay” demek daha doğru olabilir. “gidiyorum tanrım, başka şiirde görüşmek üzere” dizesiyle biten “İronik Haziran” adlı şiirde “evlilikte ve şiirde kafiye çok iyi, çok iyi” diyor. Yalnız insan kafiyesizdir, derler. Ben Yavuz’un şiirinin arka planında bir halk kültürü yoğunluğu da görüyorum. Sadece ketenle, entariyle, Leyla ile açıklanamayacak bir yerlilik.

Bâki Asiltürk: Bu yerliliği anlıyorum. Yine de şunu söylemem lazım: Kitapta, Doğu epeyce yer tutuyor, hatta kitabın ruhunu Doğu tamamlıyor, temsil ediyor diyebilirim. Tercih meselesi… Doğu da Batı da şiirindir sonuçta.

Şeref Bilsel: Gerilim demiştin yukarıda, bunu biraz açmak gerekebilir. Gerilim, son dönem şairlerinin ayrılmaz birer parçası haline geldi. Burada şunu da görmek lazım: Bir gerilimden mi doğuyor şiir yoksa bir gerilim mi yaratmak istiyor? Şairin özel tarihinden kimi şifreleri okumaya çalışmak bizi anlaşılır bir yere taşımaz diye düşünüyorum. Senin Gösteri’de devam ettirdiğin yazılardan edindiğin tecrübe var. Yani birkaç kavramdan yola çıkıp (sözgelimi Yavuz Türk’ün şiirinde “anne” ve “baba” ile karşılaştığımız yerde bir olumsuz atmosfer açılıyor önümüze, bir sorgulama, kendi kendini kınama hali.) şairin öznel tarihini çözümlemeye çalışmak doğru gözükmüyor bana.

Bâki Asiltürk: Biliyorum, sen psikanalitik çözümlemelere, daha doğrusu şiire o anahtarla bakmaya oldum olası karşısındır. Doğrusu ben de şiire sadece bu anahtarla yaklaşmanın doğru olmadığını düşünürüm. Yine de, son yıllarda Yusuf Alper’in yaptığı çalışmaları ilgiyle okuyorum. Sadece oradan değil ama oradan da bakılabilir. Şiir o zenginliği taşıyorsa sorun yok. Tabii, seni anlıyorum, şiirde şairin yaratmaya çalıştığı gerilimin ya da şiire yedirilmeye çalışılan psikoloji öğesinin yapaylığından yakınıyorsun. Haklısın burada…

Şeref Bilsel: Yusuf Alper’in emeğini, dikkatini asla küçümsemiyorum; pek çok yol gösterici saptamalara vardığını da söylemeliyim; özellikle ‘Cemal Süreya ve Şiiri’ üzerine. Fakat şu da var: kendini tanıyan kaç şair var? Biz, bu şairleri (hayatları bağlamında) tanıdığımızı iddia edelim. Yunus, bütün ömrünü kendini bilmek yolunda sürmedi mi? Neyse, ben bu konuda Hâşim gibi düşünüyorum. “Şair yolda iz bırakır, kanıt değil.” der Rene Char. Biliyorum, sen gerilim derken, elbette şairin karnındaki anlamı deşifre etmekten bahsetmiyorsun. Şunu yapabiliriz; seslerin vuruşmasından bize kalan akustiği dinleyerek, yani şiirin dış biçiminin bize verdiği imkânlara bakarak bazı saptamalara gidebiliriz belki. Demin “İronik Haziran” adlı bir şiirden bahsettim. O şiirde bir dize içinde geçen “bambaşka” sözcüğü şu şekilde dizayn edilmiş: ‘bambaşka’, yani buna gerek var mı? O güzel şiirden bir tek -takoz gibi- bu mu akılda kalsın isteniyor. Pilavdan dönmeyeceğim derken kaşığınıza gelen bir kemik parçasıyla birdenbire kaşığı elinizden bırakmanız gibi!

Bâki Asiltürk: Burada esas suçu, 1980’lerden gelen bazı şairlerde aramak lazım. Orhan Veli’yle yarışmak istiyorlardı, bunu beceremeyince bu tip dilbilgisel oyunları şiire bulaştırdılar, şiiri bununla epeyce kirlettiler. Yıllardır yıkamaya çalışıyoruz, hâlâ tam olarak temizleyemedik şiiri bunlardan. Yavuz’da fazla yok, o nedenle de çok dikkat çekmiyor sanırım. Bir ara, Mustafa Ergin Kılıç böyle şiirler yazdı. Neyse, o da vazgeçti gibi. İyi ki de vazgeçti…

Şeref Bilsel: Mustafa Ergin Kılıç deyince ‘şiirler’ yazan birisi değil de ‘kitaplar’ yazan birisi geliyor aklıma. Galiba önce ‘şiirler’ yazmakta fayda var. Evet, şükür ki Yavuz da bu tür oyunlara başka şiirlerinde bulaşmamış. “Ortadoğu’da Güzelleme” adlı şiirinde şu tekrarlar çok orijinal: “tenine değen nedir? / elim mi, çiçek mi / elim bir çiçek mi yoksa?” Tabii buradaki ‘elim’i şapkalı ‘î’ olarak alınca, -Arapça ‘elem’den-, dert ve keder veren, sızlatan, ağrıtan, acıtan anlamlarını da beraberinde getiriyor. Her ne kadar ilk bölümde ‘kumaş’ etrafında şiirler yer alsa da; tematik bir bütünlüğe sahip bir kitap olduğunu söyleyemeyiz; ama genel olarak baktığımda; dinlendirilmiş, aceleye getirilmemiş şiirler olduklarını söyleyebilirim Kumaş’takilerin. Yeri gelmişken, ben şiirde bu tematik bütünlüğe akıl erdiremem. Her şiir başka bir tarafa bakabilir; bakmalıdır da. Belki destansı bir metinde bu bütünlük hissi aranabilir. Şimdi Yavuz’un bu 27 şiiri bir şiirin 27 ayrı dizesi gibi de okunabilir. Zaten kitap dediğimiz nesne bir büyük şiir değil mi? Nasıl ki bir şiirde inen çıkan dizeler olur; kitapta da bu durumu görebiliriz; bazı şiirler nefes alsın diye bazı şiirler kenara çekilebilir. Ben, her okuyuşta kendinde saklı olanı ele veren, yeni hisler uyandıran bir kitap olarak tuttum Kumaş’ı. Bakalım ve dinleyelim bu kumaştan daha neler sökün edecek. 

Bâki Asiltürk: Bazı şairler vardır, ne yazsa okunur. Bazı şairler (!) vardır, ne yazarsa yazsın okunmaz. Bazı genç şairler vardır, daha ilk kitaplarıyla kendilerinin yolunu tıkarlar. Bazı gençler de vardır ki, hem ilk kitaplarıyla iyi bir izlenim bırakırlar hem de bundan sonra yazacaklarını merak ettirirler. Yavuz’un bundan sonra ne yazacağını merak ediyorum. [...]








Özgür Edebiyat
Ocak-Şubat 2011