Geçtiğimiz yıllarda öne çıkan okur odaklı modern edebiyat eleştirisi, metinlerin her okunuşunun yeni bir okuyuş olduğunu, anlamının her seferinde değiştiğini, okuyanın metne kattıklarıyla onu bir anlamda “yeniden yazdığını” iddia eder. Yapısökümcü düşünürlerse, anlamın asla bir ve mutlak olmadığını, okudukça kaçan, okurdan uzaklaşan bir fenomen olduğunu söyler. Bunların arasında bir yerlerde dolaşan Roland Barthes’sa, metinleri içinde barındırdıkları potansiyele göre ikiye ayırır: Buna göre, kimi kitaplar okuru anlamlandırma sürecine dahil etmezler, dertlerini başka bir yorum yapmaya izin vermeyecek kadar net ve dolaysız ortaya koyarlar, okur metnin okuyanıdır sadece, metnin dışındadır tam anlamıyla, edilgendir. Öte yandan kimi kitaplar, okuma sürecinin her anında dikkatli, talepkâr, meraklı, sorgulayan, şüphe eden, arayan, kısacası metni ve metnin anlamını yazarla birlikte kovalayan bir okuyucuya muhtaçtır “tamamlanabilmek” için. Şüphesiz, bu ikinci türdeki metinler daha makbuldür, hem Barthes’a hem de birçoğumuza göre. Peki, bütün bunların bir şiir kitabıyla ilgisi nedir?
Yavuz Türk, her ne kadar günümüzde görece dar bir çevreye sıkışmış olduğu düşünülse de, şiirle haşır neşir olan (kim üç-beş mısra düşürme ihtiyacı hissetmez ki bazen bir yerlere?) ya da dergilerde keşfettiği güzel bir şiirin şairinin izini süren (üç-beş mısra düşürmese de, kim üç-beş mısra okumanın çekiciliğine kapılmaz ki bazen?) çoğu insanın aşina olduğu bir isim. Kumaş, şairin ilk kitabı. Kitap, “Kumaş” ve “Kent ve Doğu” adlı iki bölümde bulunan 27 şiirden oluşuyor. Aslında, kitaptaki şiirlerin sayısından bahsetmek, belki de bu şiirler hakkında konuşmaya başlamanın en doğru yolu değildir. Çünkü şiir, yukarıda kısaca değinmeye çalıştığım gibi, belki de okuru okuma sürecinin içine en fazla katılmaya zorlayan edebiyat türü. Elbette bu durum, daha çok kafamızdaki “ideal” şiirden söz ederken mümkün, yeni anlamları içinde taşıyan, onları çoğaltma imkânı tanıyan, hayal gücünü kışkırtan, rahatsız eden şiirler her zaman karşılaşılan vakalardan değil ne yazık ki. Öte yandan, Yavuz Türk’ün, Kumaş’taki şiirleriyle hedefini bu şiirlerin arasına girmek olarak belirlediği rahatlıkla söylenebilir, hem de oldukça iddialı bir şekilde.
Kumaş’ın en belirgin özelliği kanımca sertliği ve kırılganlığı. Örneğin, kitabın en dikkat çekici şiirlerinden olan “Piç Terzi”de “benim işte yine o, kendi söküğünü dikemeyen ben /
her şey oldu da hep olmayanın peşindeyim / kendini deşip deşip irin içen işte ben” diye sessizce ve kaygılı, kırılgan, kederli bir sesle başlarken şiire, hemen ardından “mahallenin iti, evvel ve ahir zaman cücesi / kendini tırpanlayan, babası yok sülalesinin baş piçi / tanrım, beni neden yalnız bıraktın, diyen ben” gibi, bu kez karşısındakine çatan, rol yapmadan kabadayılığa girişen, acımasız ama acılı birkaç mısra çıkabilir karşınıza. Ama her zaman kendine ya da karşısındakine yönelen şiirlerle çarpışmıyorsunuz Kumaş’ta. “Düşük” adlı şiirde “kadınlar rahmini karıştırdığında, kız çocuğu korkularında / bir kan akar, başka kandır bu, vücut parçalarıyla” dendiğinde saf bir ağrının midenizde kabarmaya başladığını hissediyorsunuz. “Düşük” evvela okuyanın içine düşüyor, oradan bir “yok” tarihin içine girmeye, onu düşünmeye mecbur buluyorsunuz kendinizi.
Öte yandan, şairin izini sürdüğü belli başlı temaların ya da kavramların, hislerin, anların, yani şairle beraber yeniden hatırlanmaya çağrılan bazı insanlık durumlarının da Kumaş’ın temel yapılarından olduğunu söylemek gerek: baba, anne, kent, doğu, kadın, ilk aklıma gelenler. Örneğin, “baba”, yalnızca bir figür ya da rol olarak değil, babalığın anlattığı, anlatamadığı birçok cepheyle kitabın şiirlerinde geziniyor: “kendisi değil, babası piç olan bu insanişi...”, “kendini tırpanlayan, babası yok sülalesinin baş piçi”, “yazı senle başladı, bütün kadınlar, korku, babamsızlık”, “imge: babasının yanağını okşayan okul çocuğu / soru: sizin hiç babanız oldu mu?”, “bütün babalar çocuklarının önünde secde edecekler” içinde “baba” olan mısralar; ama “baba”, adının anılmadığı yerlerde de hep yakınlarında bu şiirlerin. Bazen elindeki sopasını bir an olsun bırakıp yüzüme baksa, bazen keşke elinde hiç değilse bir sopası olsa, diye düşündürerek.
Ama kitapta bundan daha fazla öne çıkan bir başka kelime daha var: doğu. Kumaş’ta anlatılan doğu, bir bakıma bir medeniyetin, bir düşünme hatta varoluş biçiminin, sezginin, hüznün, vakarın temsilcisi. Öte yandan, kesinlikle yalnızca bu kadar değil. Doğu, sadece soyut bir dünyanın içinde bazı anları etiketlemenin aracısı değil, sanki cisme, ete kemiğe bürünmüş, canlı, nefes alıp veren, mutluluğu, yalnızlığı, dostları ve korkuları olan bir insan gibi. Yalnızca anlatmıyor, hatırlatmıyor, bir taraftan da doğuyla konuşuyor sanki Yavuz Türk şiirinde. “batıya değil doğuya, daha da doğuya yürüyorum”, “doğudan batıya söylüyorum, söylemekteyim”, “yırtık gömlek cebimdeydi / bir pusuladan düşürdüm onu / hep doğuyu, / durmadan doğuyu gösterirdi / ben ordan doğurup büyüttüm onu / çün, sen serap oldun çölde tecritli” birkaç mısra sadece bir anda notu alınmış, altı çizilmiş. Bundan çok daha fazlasıysa altı çizilmeyi bekleniyor.
Yazının başında bir edebiyat metninin okuruyla kurduğu ilişki biçimlerinden, eleştiri makamının bu ilişkiye ilişkin görüşlerinden, bu ilişkilerin neticelerinden söz etmeye çalışmıştım. Ben, itiraf etmeliyim ki hiçbir zaman gerçek ve tutkulu bir şiir okuru olamadım. Olamadım, diyorum; çünkü bunun bir marifet değil, ancak bir kayıp sayılabileceğinin farkındayım. Öte yandan, daha önce hiç düşünmediğim, hissetmediğim, keşfetmediğim şeylere yönelmem için beni dürten şiirlerim, şairlerim oldu benim de her zaman. Yazdıklarım ve verdiğim örnekler, Yavuz Türk’ün şiirleri hakkında ne kadar yararlı oldu bilmiyorum; ancak emin olduğum, bu şiirlerin kesinlikle tek bir okumayla tükenmeyeceği, bir kez başladıktan sonra öyle ya da böyle okurunu da yanına çekip birlikte yol almaya mecbur ettiği. Kumaş önünüzde vaatleriyle, imkânlarıyla duruyor; ondan üstünüze neler biçilebileceği onun dokusuna bağlı olduğu kadar, sizin ona nasıl dokunduğunuza da bağlı. Varlık, Aralık 2010