15 Şubat 2012 Çarşamba

Hüseyin Köse - Yavuz Türk Kumaş'ının İlk Metre'si



Kumaşının diriliğine göre adam tartma işi –şimdilerde “adam gibi adamsın” zevzekliğiyle dile gelen pop samimiyet cılklığının ötesinde–, çoğunlukla kaynağı belirsiz kitlesel yakınlığa karşı geniş açılı bir yaşam sürme kaygısı ve arayışının alçak perdeden terennüm edilmiş asırlık şanındandır. Ama bir de aynı kumaşın çok seyreltik olmayan “doku”su, kalın dokulu yüzeyi var elbette, bam teline dokunma kabiliyeti… Meseleye bu zaviyeden bakıldığında, insan kendinin değil, dışının (yani diğerlerinin) doluluğu, ama her halükârda –yine de– kendinin boşluğudur. Bu boşluk asla dolmamalı; eksikliği, gereksinmesi hissedilen yeğinlik duygusu her dem yakaya musallat olmalıdır ki, majüskülle yazılan şiirin, hakiki söz’ün kesif şırası çıksın ortaya… Değil mi ki, ruhsal etkileme gücünün serencamı ancak ruhu bedene kapayarak, sözcükleri böyle bir sınırda yorarak, eşeleyerek varır henüz dile gelmemiş gizlerin otağına. Bu gizli gerçeği açık etmeye yanaşmayan her itiraf, bir topluluk gereksinmesi içinde kıvranan âdemler piyasasında “karşılıklılık” ilkesine göre değerlenir. Bu temel uzlaşı gereğincedir ki, kişiye giydirilen kumaşın yüzeyinde yalpalayan gözlerin aralıksız seğirmesine yol açan kısa süreli bir yakınlık hissi, sonunda şirazesini keskin bir renk görgüsünde bulur. Birini uzaktan da olsa kendi sesinin renginden tanımak, ona bahşedilmiş bu kumaşın abartılı hışırtısından alır gücünü. “Kumaşı sağlam biri” deriz sıklıkla sözgelimi, sözel ve davranışsal açıdan sıkı dokunmuş örgüsünün aynı güçte başka ruhlara dokunan müşfik etkisinden söz ederken…

Şair Yavuz Türk’ün ilk şiir kitabı Kumaş, kendi deyimiyle, “kumaş’ın (bu) ilk metresi”, dili ve yalnızlığı ipek sıkıntısında sınanmış umuma saklı bir itirafçının kendine karşı sergilediği sertliğin kayıtlarını düşüyor izlenimi vermekte ilk bakışta. “sevgiyle değil, sözcüğüyle büyütülen çocuk”un (s. 13) –iyi ki– ihmal edilmiş yaşamının, kendi gölgesini “durgun bir ağaca as[mış]” (s. 14) ergenliğin alttan alta biriktirilmiş hırçınlık yoklamalarının patlamalarıyla açılmakta kitap. Bu enfantil taşkınlık söyleminin bir uçtan bir uca kat ettiği sınırlar, daha ilk sayfalardan başlayarak kendini ele veren bir kesinlikle, bir yandan Doğu-Batı kültür daireleri arasında gerili bir bilinci askıdan alma çabasının prematüre bir “muştucusu” olarak resmedilirken; öte yandan –bildik bir deyimle söylersek– kendini yıkıp yeniden kurmanın sancılı zeminine kayıtlanır. “Aşağıdan Gelen Sesler” isimli şiirin, hor görülmüş bir hayatın bastırılmış dilini açığa vurduğu ne kadar doğruysa; hiç kuşkusuz, “büyüme”nin “eyvah!” ünlemine yataklık eden serzenişinin, çocukluğun yitirilmiş atlasına arka çıktığını söylemek de o kadar anlamlıdır. Hangisi olursa olsun, çalışma-merkezli (kapitalist) toplumun pazar günü cennetinin coşkusunu haftanın ilk iş gününe emanet eden hüznünün dile getirildiği bölümlerin farklı yorumlara meydan vermeyecek ölçüde aşikâre edildiği de bir vakıa olsa gerektir: “gibi bir çocuk pazartesi hüznünden dünyaya bakan” (s. 16) devrikliğini takip eden dizelerde de aynı yaşama sevincini yeniden ele geçirme isteğinin –artık– mutlak biçimde yitirilişini kesinlediği neredeyse tartışmasız gibidir. Nitekim milli örf ve değer seremonilerinin, enfantil coşkuda açılmış gedikleri tamamlayıcı gücüne duyulan inancın ancak acı alayın onarıcı gücüne başvurulmak suretiyle yıkılabileceği düşüncesiyle karşılaşıyoruz sonraki dizelerde de. Zannediyorum –dahası, güçlü bir şekilde hissediyorum– ki, Kumaş’ın şairi, bizatihi kendi kimliğinde, bu ülke insanının psikopatolojik varlığının içinde kıvrandığı karmaşanın izini sürmeyi gözeten ısrarcı bir tavırla, önemli varoluşsal mevzulardan birine; özünde, “çocukluğun yitirilişi” olarak tarif edebileceğimiz temel bir coşku yoksunluğunun yakıcı sonuçlarına odaklanıyora benzemektedir. “İyi Kötü Büyüyen Ağaçlar”, “Aşağıdan Gelen Sesler” ve daha çok da “Anne” isimli şiirlerde açık/örtük sezilmektedir bu hüküm. Çocukluğun yitirilişi, kuşkusuz, hem içinde yaşanılan tarihsel ânın bir yansıması, hem de resmi siyasal yurttaşlık söyleminin bir sonucudur: Erken duyulmuş bu üzüntünün kaynağı, ilkin erken çocukluk yıllarının, sonra sonra tüm hayatın “zorla törene çağrılan çocuklar”ın (s. 23) gözünden algılandığı, gitgide egemen kültürel uygulamaların içinde eriyip bir parçası olundukça fark edilmeksizin koşulsuzca “evet”lendiği ahlaksal bir emperatifin; Althusser’ci anlamda söylersek, insanın tıpkı “sudaki balık misali içinde yüzdüğü suyu fark etmeden yaşayıp gitmesine” benzer bir spontanelikle kabullenildiği yanlış bir idrakin zamanla meşru bir çerçeve edinerek sıradanlaştığı bir yaşamsal evrenin sonucu… Artık bu yeni eşik-altı duyum evresinde, annesinin “aklaşan saçlarının içinde tanrıyı ar[ayan]” (s. 15) çocuğun hayal gücü zenginliğinden somut izler bulabilmek de imkânsızdır. Farkındalık duygusunun yeniden yeşereceği ileriki yaşlarda edinilecek yeni bir “su görgüsü” ile birlikte açılacak olan isyan bayrağı, kişilik kumaşında yeni seslere, hışırtılı sözlere gebe olur ve olacaktır. Nitekim: “zaman da soylu karanlık da sizindir, kullanabilirsiniz” (s. 19) serzenişi, kişiyi sembolik sisteme bağlayan halatların gevşemeye başladığının açık kanıtlarından birisidir. Aynı yerde, toplama’dan sonra gelen ikinci temel hesap işlemi çıkarma’nın erdemi ve çekiciliği vurgulanacaktır. Toplu çekilmiş fotoğraflardan kendi aksinin çıkarılmasıyla oluşacak o eşsiz ve biricik boşluk, resmi kültürel sistemin aymazlıklarının içinden edinilmiş küçük bir zafer haykırışı gibidir adeta. Bu aşamada artık, denecektir ki: “hep bir makasla kesin beni fotoğraflarda” (s. 19). Bu içsel aydınlanış, büyük ve toplu büyü bozumunun bu “altın vuruş”a karşılık gelen mutluluk ânı, hakikati görebilme gücünde ve yetisinde bulur asıl karşılığını. Çok bilen bulucuysa da unutmanın yolunu bulamaz bir türlü… Aynı şekilde, yine çok bilen en dayanılmaz bilişin acısını çeker; gördüklerini görmezden gelemeyecek kadar ölümcül bir kendine dürüstlükle donatılmıştır bilinci; çünkü görmezden bilmezden gelme rahatlığının sonunda oluşacak bir dizi onur yarasının sonsuza dek kapanmayacağını bilir. Şu halde, şairin görme gücünün keskinliği, istenmeyen görüleri ve öngörüleri de içine alarak, daha başka yeni bunaltılara doğru açılan geniş kapılar, yollar aralar önünde. Bilme gücünden ödün vermek de benzeri bir açmazla nihayetlenir önünde sonunda. Görmek ve bilmek işkencesi, verili bir tanrısal yeteneğin mutlak kefareti olarak hayat boyu sırtlanılmak zorunda kalınan bir yüktür; bu idrak yükünün müellifi, bu yola bir kez baş koydu mu, şöyle demekten başka çare yoktur onun için artık: “en çok görebildiğim yerde tıkandı yol!” (s. 26). Göre/bilme’nin göre/bilene apaçık görünen yolu tıkadığı mukadder bir andır bu. Tıkanmış yollara girmek, anlağı sağır taşlarla biledikçe, geniş kapılardan girip geniş yollara düşmenin erinci, daha da daraltır tanrı vergisi bir yetinin ufuklarını… Acı duyarak görmeye devam etmek, ya da şairin deyimiyle, “su görgüsü kazan[mak]” (s. 27), gitgide yalnızca ‘akıldaki kitapların yerini değiştirmekle’ (s. 27) kalmaz, aynı zamanda onu ileride bekleyen yeni karmaşaların mottosu olur… Tinin ve bedenin, doğrunun ve yanlışın, doğanın ve kültürün sonu gelmez çelişmesinde iç içe geçen şey, şu bir tek imgenin yarattığı sarsıntıda karşılığını bulan bütün bir hayata adreslenir –kavrayışı bir tek sözcüğe sığdıran şu dizelerde olduğu gibi tıpkı: “günaydın, derim/ bütün bir yılın özeti gibisiniz” (s. 23). Ay altı âlemle hesaplaşmanın da bir sınırı vardır elbet. Eleştirel bakışın nişangâhında, silinip giden “dünyevi hazlar bahçesi”nin ötesine geçilir burada.

Acı alay ve humor, Tanrı’yla didişmeye yönelen yeni bir dilde mayalanır. Yeryüzü aptallığının ortaya çıkardığı yanlış sağlama, bir de tanrısal evrenin sınır boylarında sınanır. Humorun Tanrı’ya doğrudan seslenme biçiminin egemen formu kılınması, dahası bunun bilinçli bir tercihle benimsenmesi, zekâca birbiriyle boy ölçüşme onuruna sahip iki eşit gücün Olympos arenalarını mesken tutar kendine. Çünkü bilinir; tanrılar bilek güreşinden değil, söz düellosundan yanadırlar oldum olası. Bu bakımdan; “gidiyorum tanrım, başka şiirde görüşmek üzre” (s. 39) ya da “tanrım, maymundan gelmedik di mi?” (s. 39) gibi ironik alıştırmalar, ringde sekerek dans eden karşılaşma öncesi bedensel ısınmaların sözel tercümesi olarak da okunabilir. Ama açıkça söylenmiş her söz, hesapsızca meydan okuyucu her güç gösterisi, şair terazisinde darası alınmamış gizli bir ağırlığı eksiltir. Bu destansı karşılaşmanın yenilgiyi aşikâr kılacak olan bedelsiz gösterisi kendi yatağı dışında akmayı seçmiş her suyun er geç ödemesi gereken bir bedelde son bulur. Çünkü olsa olsa: “tersten akan ırmaklar/ kendi çobanını eksiltir kıyıda” (s. 44). Her sapkınlık ertesi yaşanması mukadder olan bu uslandırıcı yenilenme, yazgının baş eğmez muhkemliğine karşı bu kaçınılmaz yenilgi, egemen sembolik sistemin kişioğlunun algı düzleminde yeniden pekişmesine yarar. Ne var ki, yaşanması gereken tekil serüvenler deneyi tüm yakıcılığıyla yaşanmış, çarpışma ölümüne bir kararlılıkla gerçekleştirilmişken, geriye, elde sadece bu ölümcül kopuşu göze alma cesaretinin onurlu avuntusu kalır. Belki de bu avuntudur şairin kumaşını hep diri tutan, denenmeden kalmış şeylerin alt edilmez azabını vahşi bir at gibi durmadan sırtından atarak hafiflemesini sağlayan… Unutmanın acısını yeni bir şeyleri hatırlatarak telafi eden söz ustalığının kavramsal kuşatıcılığının bir sınırı yoksa da, imgelemin kuşatıcılığı, er geç adına gizem denen çok kıvrımlı labirentlerin koyu ağırlığıyla mühürlüdür. Bu nedenle, şairin ipeğin sesiyle start alan yolculuğu, “içimizdeki koyu ağırlık”a denk düşen “zaman” (s. 53) sarkacının yeni muammalarıyla sürüp gider sonsuza dek. O sonsuz muamma ki, “gövdeyle var olan, gövdede var olan kireç”tir (s. 53). Çözülmesi zaman alır bu kirecin, zaman’dan alır; gövdeyi de gençliği de zamanla kendine küstüren, “her şeyi talan eden” “eksik [bir] kaygıdır” (s. 55). Başta Heidegger olmak üzere, Lacan’ın, Levinas’ın ve tüm diğer Batılı majör filozofların majüskül kaygısıdır bu özünde. Objet petit à’dır; yokluğu sürekli olarak hissedilen, ama yokluğuyla birlikte açılan yaşamsal yarığın boyutları tam olarak kestirilemeyen kozmik bir yitiktir. Arzu’dan öncesi ve ötesidir; arzuyu arzulayamaz hale gelmenin yol açtığı deruni bir endişenin kaynağıdır. Daha doğum öncesi bir dönemsel âna kayıtlanan koşulsuz mutluluk idea’sıdır bu; yaşarken ve yaşam boyu izi sürülen idrak ağrısı… Hepimizin yaşamına dokunmuş o sepya kumaş’ın şairi için zamanın karıp önümüze dağıttığı kâğıtların kulaklarımıza fısıldadığı son söz, daha başta “Mukaddime” açılışında dile gelmiş o “ilk söz”le niçin hükmünü tamamlamasın:

“vakt-i ahirden evvel meskendir içimde ecel
erkekler ağlarken çirkin olur kadınlar güzel” (s. 11).


Akatalpa,
Aralık 2011, S: 144 

Usta - Çırak İlişkisi


Şiirlerinizi yayımlamadan önce ya da sonra, usta bellediğiniz bir şaire gösterip fikrini aldığınız oldu mu/oluyor mu? Şiirimizin geleneğinde usta-çırak ilişkisi diye bir şey vardı; size göre bu durum sürüyor mu, sürmeli mi?


Genç şairin, usta-çırak ilişkisi içinde kendini geliştirebileceğine inanmıyorum. Çünkü böyle bir ilişkinin kimyası baştan sakattır, içinde hiyerarşi vardır. En iyi usta-çırak ilişkisinde bile bir tahakküm sözkonusu: ‘Buralar olmamış,’ ‘bu şiiri çöpe at,’ ‘kendi sesini bulmalısın,’ gibi klişelerle birlikte usta konumunda bulunan, o rolü üstlenen şair, genç şaire hem kendi şiir anlayışını sürekli empoze eder hem de bu yolla kendi varoluşunu yeniden yeniden kurmaya, yani bir bakıma kendini etrafa daha çok ispatlamaya çalışır. Şu da mümkün değil midir? Usta dediğimiz şair o kadar da usta olmayabilir; bizim ona ‘usta’ deyişimiz dünyada bizden fazla bulunmasından ve halen ortalama şiirler yazdığı halde mevcut edebiyat kanonu tarafından onaylanmasından kaynaklanıyor olabilir. Ben, kişisel olarak, bir ya da birden çok şairi usta belleyip, genç şairin ona sürekli şiirlerini göstermesi ve bu yolla ondan icazet almasına karşıyım. İlle de bir usta-çırak ilişkisi kurulacaksa, buna ihtiyaç varsa, ölü şairlerle ve edebiyatçılarla böyle bir ilişkinin kurulması genç şair açısından daha verimli olabilir diye düşünüyorum. Dolayısıyla ilk soruya yanıtım şu: Şiiri yazdıktan sonra kendi yaşıtım ve arkadaşım şairlere ya da -ille de şair olması gerekmez- edebiyatla içli dışlı olan dostlarıma okuturum; onlardan gelecek tepkilere göre şiiri adam etmeye çalışırım.

Türkçe şiirde, Türkçe şiir geleneğinde usta-çırak ilişkisinin olduğu aşikâr. Bugüne kadar bu konuya dair çeşitli hikâyeler de anlatılagelmiştir. Eskiden, böylesi bir ilişkinin genç şaire elbette faydası olmuştur; bunu inkâr edemeyiz. Ancak, bugün halen “şair” diyerek yücelttiğimiz ve bir paranteze alarak bütün dünyadan soyutlamaya çalıştığımız insan evladı, eskisi gibi masum ve diğerkâmca bir duyguyla yaklaşmıyor şiire ya da yazıya. Bugünkü durumda, ‘yazı’nın (veya şiirin, metnin) kendisine sürekli bir kutsallık atfetme histerisi hâkim. Hal böyle olunca, bunu üreten kişi de kendini bambaşka bir şekilde konumlandırabiliyor. Üstelik, birinin bize şair demesine gerek de yok, kendimize şair dediğimiz anda şair oluveririz. Oysa akredite olmuş birinin bunu söylemesiyle şair olmak hepimizin başını döndürüyor. ‘Şiir’i ve ‘yazı’yı kafamızdaki o kutsal yerden indirip üzerine herhangi bir şeyden bahseder gibi konuşabilmeliyiz artık. Sonuçta; bugün usta-çırak ilişkisinin sürdüğünden bahsedilebilir mi? Cevap: Geçmişte olduğu gibi zamanımızda da bu durum sürüyor. Ancak iki tarafın da karşılıklı çıkar ilişkisi paralelinde devam ediyor bu ilişki. Bir ustanın peşine takılmak; genç şair için –şiirinin düzeyi ne olursa olsun– onaylanmak, şiirinin edebiyat dergilerine daha kolay girmesi, kitap çıkarabilmek, ödül almak, şairlerle oturup kalkmak anlamlarına geliyor. Bir genç şairi peşine takmak; usta şair için –şiirinin düzeyi ne olursa olsun– daha da ustalaştığını sağa sola göstermek, kendine tilmizler yaratmak, egosunu biraz daha parlatmak anlamlarına geldiği gibi... Bu ilişkide, her iki konum da rahatsızlık verici.

Yavuz Türk

Sincan İstasyonu,
Ocak 2012, S: 53

Edebiyatta Üç Nokta Dergisi - Soruşturma



Yazın bittiği, yaşam ritminin yeniden yükseldiği, havaların ve hayatın soğuduğu bu günlerde evlere, odalara dönüldüğü yerde; genç bir şair olarak bu yazı hangi okumalarla geçirdiniz ve bu okumaların şiirlerinize nasıl bir katkı sağladığını, döne döne okuduğunuz isimler ile etkisi altında kalma endişesi yaşadığınız kitapları ve şimdilerde yazıevinizde ne ile meşgûl olduğunuzu paylaşır mısınız? Okuma biçiminizi (not alarak, altını çizerek, deftere akılda kalanları özetleyerek...) ve bu biçimin yazma halinize etkisi ile yazma biçiminizi (yolda, durakta, not defterine, mutlaka masada, notlarla...) de öğrenebilir miyiz?


Geçtiğimiz yaz, daha önceki yazlardan biraz farklı olarak şiir dışı türlerle daha fazla haşır neşir olmaya çalıştım. Şiir dışındaki metinlerle uğraşmak, farklı disiplinden okumalar yapmak şiiri geliştirmese bile sanıyorum farklı bir şiire ulaşmak açısından insanın zihnini biraz daha açık tutabiliyor. Bu yüzden avcılıktan felsefeye, ütopyadan yemek tarifine kadar çok karmaşık bir okuma yaptım. Bu okumalar arasında çeşitli cümlelerin altını çizdiğimi hatırlıyorum, ancak bunları ilerki zamanlarda kullanmak üzre -bu zamana kadar kendime söz verdiğim ve yapmaya çabaladığım halde- akıllı uslu bir yerlere yine not alamadım.

Özelde ise bu yaz üzerinde durduğum, dönüp dönüp kurcaladığım isimler şunlardı: Walter Benjamin, Stefan Zweig, Ortega y Gasset metinlerine sıkça baktığım yazarlardı. Bizimkilerden ise, Ahmet Güntan, Hulki Aktunç, Ceyhun Tuna ve önümüzdeki günlerde Yeniyazı Yayınları’ndan kitabını çıkaracağımız Muammer Karadaş... Bu son şair, yalnızca geçen yaz değil, hemen hemen iki yıldır “Bütün Zamanların Yabancısı” adlı dosyasıyla kafamı epey meşgul etti.

Kitap okurken bir çeşit uyurgezerlikle ve tümüyle metne odaklanarak okuma yaptığım için, aklımın bir köşesiyle okuduklarımdan nasıl şiir çıkarabilirim ya da okuduğum metinler şiirimi ne yönde geliştirebilir diye düşünsem de bunları somutlaştırmak anlamında sağlam adımlar atabildiğimi söyleyemem. Okuduklarımdan şiire dair bir şeyler devşirebilsem de, sık sık çeşitli zamanlarda notlar almaya çalışsam da aldığım bu notlar çok dağınık kaldı ve çoğu zaman sağda solda kaybolup gitti. İşte bu yüzden, kendimi okuma ve okuduğuyla alakalı düşünme konusunda hep disiplinsiz ve sistemsiz buluyorum.

Yazma biçimi ise genelde notlar halinde olur bende. Ama birbirinden bağımsız notlardan ziyade, bir şiir üzerine düşülmüş notlar ve parçalardır bunlar. Bende her şeyden önce şiirin teması gelir; daha ortada şiir yokken, ne yazacağıma, şiirin içinde ne anlatacağıma karar vermiş olurum. Bu da aslında elimi kolumu da epey bağlayan bir şey. Daha biçimsel olarak; masada, yürüyerek, durakta otobüs beklerken gibi mekânın ön planda olduğu bir yazma ritüelim yoktur. Az sonra şiir yazacağım, diye bir masaya oturmuşluğum yoktur. Aslında her şey kendiliğinden oluverir. Kısacası, şiirin ne olduğunu bilmediğim gibi, nasıl yazdığıma dair belli bir pratik de geliştirmiş değilim. Şiire ve yazma biçimine tersinden giderek ulaşıyorum sanırım. Nasıl ki şiirin ne olduğunu anlamak için şiirin ne olmadığını eleye eleye ulaşıyorsam oraya, yazma biçimi de biraz bu refleksle gerçekleşiyor.

Son olarak da şuna artık kani olduğumu belirtmeliyim: Bizden önceki kuşaktan/kuşaklardan bir şeyler öğrenebileceğimi düşünmekten vazgeçtim –özellikle de sağa sola saldırarak gençlere şairlik öğretmeye çalışanlardan. Artık bizden sonraki kuşaktan ve yaşı bizden daha genç olanlardan daha çok şey öğrenebileceğimin farkına vardım kendi adıma.

Yavuz Türk
Edebiyatta Üç Nokta,
Güz 2011, S: 6